Mehmet Gökyayla
Turgutlu Kent Müzesi Sorumlusu Mehmet Gökyayla, Turgutlu’da bulunan vakıfları gazetemize anlattı. Gökyayla yazısında şu ifadelere yer verdi:
Turgutlu’nun da neredeyse ilk ortaya çıktığı günlerden itibaren arşiv belgelerinde görüldüğü üzere burada da vakıflar karşımıza çıkmaktadır. 16. yüzyıl Turgutlu’sunda bir cami, dört mescit, bir hamam, bir muallimhane, iki de zaviye mevcuttu.[1] Bu kurumların hemen tamamı, tüm Osmanlı yerleşim yerlerinde olduğu gibi vakıflar tarafından sürdürülür durumdaydı. Ayrıca çeşitli hizmetlerin gerçekleştirilebilmesi için Hacı Bahşi Halife isimli zat tarafından tesis edilmiş bir başka vakıf mevcuttu.
Yerleşim yeri büyüyüp maddî imkânlar da buna paralel olarak artmaya başlayınca vakıfların da sayısı artacak; kasabanın ekonomisi içerisindeki yerleri de giderek genişleyecekti. 19. yüzyıla gelindiğinde artık Turgutlu’daki onlarca mescit ve camii, okul, suyolları, kütüphane ve hastane gibi kurumların ihtiyaçlarını karşılayan, görevlilerin maaşlarını ödeyen; kısacası sistemin işler halde kalmasını sağlayan onlarca vakfın mevcut olduğu görülmektedir. Bu vakıfların bazıları küçük, bazıları ise çok ciddi gelirlere sahipti ve her birisinin kurucusu tarafından vakfiye denilen kuruluş belgesinde belirtilen farklı görevleri söz konusuydu.
Örneğin Piyaleoğlu Mustafa Ağa Vakfı’nın çarşı içerisinde dükkânları ve günümüzde Koca Hamam adını taşıyan bir de hamamı vardı ve söz konusu dükkânlar ile hamamdan elde edilen gelir, Mustafa Ağa’nın yaptırmış olduğu Pazar Camii adıyla bilinen ibadethanenin ihtiyaçları için kullanılıyordu. Keza Kolağasızâde Hacı Hüseyin Ağa Vakfı’nın değirmenleri ve arazileri vardı. Buralardan elde edilecek gelirler, Hüseyin Ağa’nın 1840’lı yıllarda bugün Sevinç Parkı olan alanda inşa ettirdiği Turgutlu’nun ilk kütüphanesinin ihtiyaçları doğrultusunda kullanılıyordu.
Geliri birden fazla hayır hizmetinde kullanılan vakıflar da vardı. Hacı Yunus Efendi Vakfı da bunlardan birisiydi. Hacı Yunus Efendi, çarşı içerisindeki birçok dükkânını ve bir hanını bir vakıf çerçevesinde bir araya getirerek gününün şartlarında büyükçe bir hayır kurumu tesis etmişti. Vakfın geliri ile gerçekleştirilecek hizmetlerin bazıları şunlardır: Turgutlu’daki birçok ibadethanenin çeşitli ihtiyaçları karşılanacak; camilerin sebilleri ile Yunus Efendi’nin açtırdığı kuyunun bakımları yapılacak; kasabadaki yolların bakımları yaptırılacak ve vakfedilen hanın girişinde bulunan sebile yaz aylarında suyu soğutmak için kar temin edilecekti.[2] Görüldüğü üzere vakıfların yürüttüğü hizmetler çok çeşitlidir ve bu hizmetler, toplumun sayılamayacak kadar çeşitli ihtiyaçlarına cevap vermektedir.
Vakıfların yöneticiliğini yapan, gelirlerin toplanmasından ve vakfiyede belirtilmiş olan amaçlar doğrultusunda kullanılmasından sorumlu kişiler, mütevelli olarak adlandırılıyordu. Kimin mütevelli olacağı da vakfiyelerde belirtiliyordu ve genellikle vakfın kurucusu, bu görevi kendi soyundan gelen bir kişiye bırakıyordu. Mütevelliler yaptıkları hizmet karşılığında belirli bir ücret alıyorlardı. Bazı vakıfların gelirlerinin önemli sayılabilecek bir bölümü, mütevelliye ayrılırdı. Bu vakıfların kuruluşunda, kurucunun bir amacı da mirasının bir kısmını bu yöntemle varislerine bırakabilmekti. Vakfın kurucusunun vefatından sonra şahsî malları devlet tarafından müsadere edilse bile vakıf mallarının müsaderesi mümkün değildi. Turgutlu’daki Seyfizâdeler Vakfı, kurumun yürüttüğü hayır hizmetlerinin yanında, mütevelliye ayrılan payın yüksek olması nedeniyle bu bağlamda ele alınabilecek vakıflardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Zaman zaman Turgutlu mütesellimliği, mültezimliği yani âyanlığı yapan bölgenin önemli ve çok zengin ailelerinden birisi olan Seyfizadelerin vakfı, çok ciddi gelirlere sahipti. 29 dükkân ve 7 mağazanın da içlerinde olduğu pek çok gayrimenkul, bu vakıf çatısı altında toplanmıştı. Tüm bu gayrimenkullerden elde edilecek olan gelirler ile Kısmalı Köprüsü ve çevresindeki kaldırımların[3] tamiratı yapılacak; artan gelir ise vakfiyede belirtildiği doğrultuda vâkıfın yani vakfın kurucusunun varisleri arasında bölüşülecekti. Seyfizadeler Vakfı, bu özelliği ile tipik bir aile vakfı görünümündedir.[4]
Yukarıda bahsedilen birkaç vakfın haricinde de Turgutlu’da çeşitli amaçlar için tesis edilmiş onlarca vakıf mevcuttu. Bunların kimi yüzlerce yıl içerisinde çeşitli nedenlerle yok olup gitmiş; bir kısmı da Cumhuriyet’in ilk yıllarına varana dek giderek küçülmüş olsa bile mevcudiyetini sürdürmeyi başarmıştır.
Yunan birliklerinin 4 Eylül 1922 günü akşam saatlerinde çıkardığı yangın, bilindiği üzere, Turgutlu’yu neredeyse küle çevirmiştir. Turgutlu’daki vakıfların sonunun gelmesinin altında yatan en önemli etken de işte bu yangının oluşturduğu tahribattır. Yangının yok ettiği ya da kullanılamaz hale getirdiği yapıların arasında vakıf eserleri ve vakıf gayrimenkulleri de bulunuyordu. Örneğin her biri birer vakıf eseri olan Koltuk Camii, Beşir Ağa Camii, Cami-i Cedit ya da Yeni Camii gibi sayıları onu bulan cami ve mescitler, tamamen yanmış ve bir daha ayağa kaldırılmaları mümkün olmamıştır. Aynı şekilde Kolağasızâde Hacı Hüseyin Ağa Kütüphanesi de bir daha tesis edilmesi mümkün olmayacak şekilde tahrip olmuştu. 1930’ların başında bu kurumu ayağa kaldırmak hayal edilmişse de[5] bu hayal, hakikate dönüştürülememiştir.
Osmanlı Devleti’nin son yıllarına gelindiğinde Turgutlu’daki belki de en önemli vakıf, Mâ-i Leziz yani Lezzetli Su Vakfı’ydı. Baltacı Mahmut Ağa’nın 17. yüzyılın ilk yarısında kasabanın su ihtiyacını karşılamak amacıyla yaptırdığı tesis ve bu tesisin sürdürülebilmesi için bırakılan gayrimenkullerden oluşan kurumun Mahmut Ağa tarafından hazırlatılan bir vakfiyesi olmasa da vakıf, kısa sürede gelişmeye başlamış ve son döneme gelindiğinde onlarca gayrimenkule sahip duruma gelmişti. 1836 yılında vakfa ait olan 53’ü dükkân, 2’si kahvehane ve 1 de han olmak üzere 63 gayrimenkul mevcuttu.[6]
Az önce belirttiğimiz, Turgutlu’daki yapıların yaklaşık yüzde doksan beşini yok eden Yunan yangını, tüm bu vakıf eserleri ve vakıf mallarını da yok etmiştir. Vakıf eserlerin çoğunluğu bir daha asla yeniden kullanılabilir duruma getirilememiştir. Pazar ve Tatar Camii gibi büyük ölçüde zarar gören ama tamamen yıkılmayan ibadethaneler, tadilatlar sonrasında yeniden ibadete açılabilmişler; Dereköy, Taslı, Limoncu gibi camiler ilerleyen yıllarda müceddeden yani yeniden inşa edilmek durumunda kalmışlardır. Tüm bunlara karşılık, anılan vakıf eserlerinin ayakta kalmasını sağlayan gayrimenkuller yok olup gitmiştir. Yangından hemen sonraki yıllara ait bazı yazışmalarda örneğin Mâ-i Leziz Vakfı’na ait olup da yanarak yok olan dükkânların arsalarında başkalarınca yeni dükkânlar inşa ettirildiği, bu kişilerden ancak arsa kirası alınmakta olduğu anlaşılmaktadır.[7] Ayrıca hem yangının yarattığı yıkım hem de kurtuluştan sonra tanzim edilen yeni şehir haritasında sokak ve hane arsalarının yerlerinde değişiklikler olduğu için suyollarında önemi zayiatlar yaşanmış ve Mâ-i Leziz Vakfı’nın kontrolünde olan şehre su getirme hizmeti, büyük ölçüde gerçekleştirilemez olmuştur.
Yangından sonra Turgutlu yeniden ayağa kaldırılırken hazırlanan harita ile yerleşim yerinin yeni sokakları, mahalleleri ve yapıların inşa edileceği parsellerin sınırları belirlenmiştir. Ancak her yapılan yeni imar düzenlemesinde olduğu gibi, bu haritalama çalışması da var olan ile var olması planlanan arasında değişiklikler doğurmuş; zaten yok olmuş durumdaki vakıf gayrimenkullerinin arsaları, yeni planlama ile bir darbe daha yemiştir. Böylelikle Turgutlu’daki geleneksel vakıfların sonuna doğru bir adım daha atılmıştır.
1926 yılına gelindiğinde Kasaba Evkaf İdaresi, evler dışında 123 adet mağaza, dükkân ve arsaya sahiptir ancak bu arsaların hiçbirisine henüz bir bina yapılabilmiş değildir. O günlerde yayınlanan bir gazete haberinde “Bu durumun, ‘adacıklar ortasında, kenarında bir sürü enkaz halinde bulundurulması, memlekete çirkin bir manzara verdiği gibi, memleketlerinin imarı hususunda azami fedakârlıklar, gayretler gösteren halka da sui tesir ika’ etmekte’ olduğu vurgulanmaktadır. Evkaf İdaresi’nin bina yapmadığı veya yapamadığı arsaları satması halinde, hem satılan yerlerin hem de elde edilen para ile diğer vakıf arsalarının imar edilebileceği, Vali Müştak Lütfi Bey’in bu hususta, vakıflar idaresini yönlendirmesine ihtiyaç bulunduğu belirtilmektedir.”[8]
Tüm bunları akılda tutarak vakıf olgusunun bir diğer boyutuna bakmamız yerinde olacaktır. Tanzimat süreci sonrasında Osmanlı Devleti’nin o güne kadar gelenekselleşmiş olan yapı ve kurumlarında çok önemli bir değişim başlamıştır. Bu değişimle birlikte geleneksel ile dönemi itibariyle modern olanın beraberliği, genellikle sıkıntılı bir ikilik şeklinde gündeme gelecektir. Örneğin geçmişte cami imamlarının birçok yetki ve sorumluluğu bulunurken artık imam ve mahalle muhtarı, bu yetki ve sorumlulukları paylaşma durumundadır. Özellikle belediye kurumunun ortaya çıkıp giderek yaygınlaşması, birçok alanda benzer ikiliklerin oluşmasına, zaman zaman problemlerin ortaya çıkmasına neden olacaktır. Öncesinde vakıflar eliyle yürütülmekte olan birçok kamusal görev, artık ya doğrudan devletin ya da belediyelerin yetki alanına girmektedir. İçme suyu üzerinden bunu örneklemek mümkündür. Neredeyse tüm yerleşim yerlerinde içme suyu temini vakıfların yerine getirdiği bir hizmetken artık bu sorumluluk belediyelere devredilmiştir. Ancak konuyla ilgili vakıflar da varlıklarını sürdürmektedir. Böylesi bir iki başlılığın, yeri geldiğinde problemler doğuracağı, rahatlıkla öngörülebilir bir durumdur. Dolayısıyla Cumhuriyet yönetiminin vakıflara yaklaşımını, vakıfların tamamen devlet kontrolünde birer yapıya dönüştürülmesini bu açıdan da değerlendirmek gereklidir.
Turgutlu’da yangın, vakıfların büyük ölçüde sonunu getirmişken cumhuriyetin ilanından sonraki süreçte yapılan fakat kökleri aslında Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında var olan düzenlemelerle bu kurumların statüsünün eskisinden farklı hale getirilmesi sonucunda bir devir, artık tamamen kapanmıştır. Yeniden kullanılması imkân dâhilinde olmayan vakıf malları, ki bunların büyük bölümü yanan gayrimenkullerin arsalarıdır, satılarak buradan elde edilen gelir, Kurtuluş Savaşı sonrası dönemde yokluklarla mücadele eden devletin ya da ayağa kaldırılması gereken diğer vakıfların çeşitli ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmıştır. Artık din görevlilerinin maaşları, vakıflar tarafından değil; bizzat devlet tarafından verilmekte; bu görevliler, ilgili vakfın değil; devletin bordrosunda yer almaktadır. Öncesinde ağırlıklı olarak vakıflar eliyle verilen eğitim, artık tamamen devletin görev ve kontrolündedir. Vakıf eserlerin ihtiyaç duyduğu tamirat ve tadilatlar ya da restorasyonlar, -istenilen seviyede yapılamasa bile- eserin bağlı bulunduğu vakıf eliyle değil; Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce yapılmaktadır. Hal böyle olunca geleneksel anlamdaki vakıflara duyulan ihtiyaç da artık tamamen ortadan kalmıştır. Muhafazakâr bir bakış açısıyla yaklaşıldığında devletin tek parti döneminde vakıfları yok ettiği gibi bir sonuca ulaşmak mümkün olsa da konuya geniş perspektiften bakınca, Turgutlu örneğinden yola çıkarak söyleyecek olursak, yaşananların pek de öyle olmadığı rahatlıkla anlaşılmaktadır.[9] Ülkenin her yerinde olduğu gibi Turgutlu’da da devlet, geleneksel vakıfların fonksiyonlarını artık tamamen bizzat kendisi yürütür haldedir. Bu durumda geleneksel anlamdaki vakıflara da artık ihtiyaç kalmamıştır.”
Yorumlar
Kalan Karakter: