Mehmet Gökyayla
İyi tanıdığımız bir yazarın pek de bilinmeyen romanı, Değirmen.[1] Reşat Nuri Güntekin, ortaokul sıralarından itibaren ismine aşina olduğumuz, çoğunluğumuzun en azından bir kitabını okuduğu ve bir anlamda Türk romanının kurucuları arasında sayılabilecek bir isim. Özellikle Çalıkuşu, Dudaktan Kalbe ve Akşam Güneşi gibi romanları, günümüzde de küçümsenmeyecek bir okur kitlesine hitap ediyor. Değirmen, onun adını andığımız romanları kadar bilinmese de konusu ve anlatımıyla, verdiği mesajlarla günümüzde özellikle okunması gereken kitaplar arasında anılmalı kanımca.
Bugünü şekillendiren en başat kavram, büyük olasılıkla iletişim olarak anılacaktır ileride tarihçiler tarafından. Değirmen, 1910’larda yaşanan bir olayın, haberlerin yanlış iletimi sonucunda nerelere gidebileceğini konu ediniyor. Günümüzde bu tür olayların bazen kasıtlı, bazen de kasıtsız olarak her gün karşılaştığımız durumlardan olduğunu düşününce, demek istediğim daha da açıklık kazanacak.
Reşat Nuri’nin bu romanındaki olaylar, Balkan Savaşları’nın ve Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesinin ardından, Birinci Dünya Savaşı’nın ise hemen öncesinde Sarıpınar isimli muhayyel bir kasabada gerçekleşiyor. Dolayısıyla tarih, 1913 ya da 1914. Kaymakam Halil Hilmi Efendi, kasaba eşrafından Ömer Bey’in evindeki eğlenceye davetlidir. Normal şartlarda bu tür davetlere icabet etmeyen Halil Hilmi, bu sefer daveti reddedemeyecektir ve ne olacaksa çıkış noktası da bu eğlence olacaktır. Gecenin ilerleyen saatlerinde gerçekleşen –belki de hiç gerçekleşmeyen- bir deprem, alkolün ve Bulgar Naciye’nin oyunlarının etkisiyle iyice sarhoş olan ekâbirin panikle birbirlerini ezerek konaktan kaçışmalarına neden olur. Bu arada kaymakamın da aralarında olduğu pek çok davetli yaralanır. Kaymakam, yaveri Jandarma Hurşit’İn ifadesiyle ‘az yaralı’, az da sarhoş sızar kalır. Kendine geldiğinde hükümet konağının bahçesinde hazırlanmış olan yatakta, her yanı sargılar içerisinde yatmaktadır. Halil Hilmi Bey kendinde değilken jandarma kumandanı mutasarrıflığa depreme dair bilgi vermiş; ayrıca İstanbul gazetelerinden birisine gönüllü muhabirlik yapan belediyeden bir memur da haberi gazetesine göndermiştir. Sarıpınar’daki deprem felaketi, böylelikle bir anda Osmanlı Devleti’nin en önemli gündem maddelerinden birisi olacaktır.
Olayın ardından kasabadan doğru düzgün haber alamayan İstanbul gazeteleri, yaşananları ölü, yaralı sayıları ya da yıkımı içerecek şekilde tam bilgi vermeden mübalağalı bir üslupla aktarmışlar; hatta kaymakamın öldüğünü dahi duyurmuşlardır. “Dahası bu yanlış haber, Isparta’daki ailesine de aksetmiş ve Halil Hilmi Efendi, henüz sağ olduğunu karısına ve kayınbabasına anlatmak için iki beyaz mecidiye telgraf parası vermişti.” (s. 87)
Kasaba’da depremden dolayı yıkılan herhangi bir bina olmamıştır. Ömer Bey’in konağındakiler haricinde yaralı ya da ölü de yoktur. Köylerde de herhangi bir zayiat yaşanmamıştır. Ancak ilk haberin etkisiyle yayınlanmaya devam eden haberler sayesinde millet ve devlet seferber olmuş; hatta Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Osmanlı Devleti’ni kendi saflarına çekmek isteyen yabancı devletlerden bile Sarıpınar’a yardımlar gönderilmiştir. Romandaki ifadeyle, “Sarıpınar gibi bir kasaba için bir gazeteci, yatak odasına akrep kaçmasına benzer huylandırıcı bir şeydi. En beklenmedik bir saatte kimi neresinden sokup yanık yanık bağırtacağı bilinmezdi. Nitekim, bu uğursuz zelzele vakasında piyango Halil Hilmi Efendi’ye vurmuştu.” (s. 37) Dönemin basına ve gazetecilere bakış açısı da bu minvaldedir. O günlerde iktidarda olan İttihat ve Terakki yönetiminin tutumu da bundan farklı değildir.
Kasabadan merkeze sağlıklı bilgi aktarılmamış; gazeteler de sayfalarını yalan yanlış bilgilerle doldurmaya devam etmişlerdir. Aldığı emir üzerine Sarıpınar’a gelen mutasarrıfın Kaymakam Halil Hilmi Efendi’ye söyledikleri yaşananların özeti gibidir: “Birbirini takip eden yanlış haberler yüzünden hepimiz telaşa düştük, yardım heyetleri gönderdik. İstanbul gazeteleri, bu havadisleri telleyip pulladılar. Sarıpınar’da taş taş üstünde kalmamış gibi bir yanlış zan hâsıl oldu memlekette. Hâsılı bir bardak suda bir fırtına ki, demeyin gitsin. Herhalde işler iyi gitmemiş. Bunu siz de tasdik edersiniz elbette, değil mi Kaymakam Bey?” (s. 106.)
Değirmen, Osmanlı Devleti’nin son döneminde giderek çürüyen sistemi, ince ince alaya almaktadır. Halka kötü davranan, konuşma hakkı bile tanımayan ve kendisini Resneli Niyazi’ye benzeten jandarma kumandanı ile iyi niyetli olmasına rağmen makamını dolduramayan Kaymakam Halil Hilmi Efendi ve diğer karakterler, işte bu bozulmanın vücut bulmuş hali gibidirler. Reşat Nuri Güntekin’in sevgi ve sempatiyle yaklaşmasına ve romandaki olumlu simalardan birisi olmasına rağmen Halil Hilmi Efendi, işgal ettiği makam için yeterli liyakat sahibi değildir. Olayın ardından yapılabilecek pek çok şey varken neredeyse hiç tepki vermemiş olması ile bu durum ortaya çıkmaktadır.
Reşat Nuri’nin bu romanı, aktardığı döneme dair verdiği bilgilerle bir taraftan da bir dönem romanı olarak değerlendirilebilir. Anlatılan dönem, Balkan Savaşlarında önemli kayıpların yaşandığı, yüz binlerce Türk’ün vatanlarını bırakmak mecburiyetinde kaldığı bir zaman dilimidir. Balkanlardan gelen muhacirler yurdun elde kalan topraklarında birçok yere yerleştirilmişlerdir. Bu yerlerden birisi de Sarıpınar’dır ve durum içler acısıdır: “Balkan Muharebesi’nden sonra Sarıpınar’a ardı arası kesilmeyen muhacir akınları gelmişti. Çayın karşı yakasındaki Gaziler ve Çaybaşı Mahalleleri çeşit çeşit insanları ve Arap saçı gibi karmakarışık meseleleri ile adeta bir küçük Makedonya idi.” (s. 65-66)
Değirmen, 1986 yılında Atıf Yılmaz tarafından sinemaya da aktarılmıştır. Orijinal metne bana kalırsa pek de gerekli olmayan eklemelerle gerçekleştirilen uyarlama, Kaymakam Halil Hilmi Efendi’yi canlandıran Şener Şen’in oyunculuğuyla ölümsüzleşmiştir. Filmin önemli bir yönü de Kula’da çekilmiş olmasıdır.[2] O yıllarda örneğine sıklıkla rastladığımız kara mizah örneklerinden birisi olan film, tarihî Kula evlerini ve şehrin 1986 yılındaki halini günümüze aktararak bir belgesel değeri de kazanmaktadır.[3]
Reşat Nuri Güntekin, müfettişlik görevi vesilesiyle Anadolu’yu en iyi tanıyan yazarlarımızdan birisi olmuştur. Romanlarını yayınladığı kabaca 1920-1950 arası dönemde Türk edebiyatının mekânı hâlâ ağırlıklı olarak İstanbul’dur. Kurtuluş Savaşı’nı konu edinen eserlerle çok sınırlı birkaç örneği istisna kabul edecek olursak roman ya da öykülerde İstanbul haricinde bir mekân yok gibidir. Reşat Nuri ise oldukça iyi tanıdığı Anadolu’daki kasabaları, şehirleri eserlerine dâhil ederek edebiyatta bambaşka bir ufuk açmıştır. Türkçe edebiyatın bugün geldiği nokta üzerinden değerlendirildiğinde belki de onun bazı romanları, ilkel metinler olarak görülebilir. Ancak Reşat Nuri’nin her yazdığında var olan iyimser yaklaşımı, akıcı üslubu, güzel Türkçesi onun kitaplarını, günümüzde de okunur kılmaktadır. Bunların yanı sıra her edebî eserin yazıldığı döneme ait bir belge olduğu dikkate alındığında da Osmanlı Devleti’nin son günleri ile Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki sosyal yapıyı, Anadolu’nun o yıllardaki insanlarını anlayabilmek adına Reşat Nuri’nin her bir kitabı, vazgeçilmez ve çok kıymetli birer belge niteliğindedir. Öyle ki, toplumun yaşayışına dair hiçbir resmî evrakta, arşiv belgesinde ya da gazetelerde görülemeyecek önemli ayrıntılar, onun eserlerinde bol miktarda mevcuttur. Yazarın diğer romanları kadar tanınıp bilinmeyen Değirmen de bu bakımdan toplum, basın ve devletin işleyişindeki çürümeyi, bozulmayı gerçekçi bir üslupla işleyen bir kara mizah anlatısı olarak öne çıkmaktadır. Dolayısıyla tüm bu özellikleri, kısacık bir roman olan Değirmen’in okunası kitaplar arasında yer almasını sağlamaktadır.
Yorumlar
Kalan Karakter: