Yerel tarih, içerisinde yaşadığımız, sayesinde şekillendiğimiz ve bizzat şekillendirdiğimiz, üzerinde yürüdüğümüz, fark etmeden kendimizi bulduğumuz, özetle bizi biz yapan unsurlar toplamı olduğu halde çoğumuzun aklına gelmeyen; hatta bazen küçümsediğimiz bir çalışma alanı. Sokak isimlerinden o yerde yaşayan tek tek bireylerin yaşantılarına, kişilik özelliklerine dek çeşitlendirilebilecek yerel tarihin çalışma alanı, ülkenin ve hatta dünyanın içerisinden geçtiği süreçlerden de ayrılamaz bir bütün oluşturuyor. Bu anlamda başarılı bir romanın da ister yazıldığı günü anlatsın, isterse tarihin farklı bir dönemine uzansın yerel tarihle irtibatlı olması gerektiğine inanıyorum.
Türk roman ve öykücülüğünün belki de en büyük şanssızlığı, İstanbul’dan kolay kolay uzaklaşamamasıdır. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Samim Kocagöz gibi bazı yazarlar, Anadolu’dan farklı bölgeleri edebiyatımıza dâhil etmiş olsalar bile günümüzde de İstanbul, roman ve öykünün çoğunluğuna mekân olarak yerleşmiş, bir anlamda el koymuş durumdadır. Hal böyle olunca İstanbul’da yaşamayan bir okur olarak İstanbul dışında geçen bir roman ya da öyküyle karşılaşmanın, hele bir de söz konusu olan başarılı bir eser olursa, tadına doyulmuyor. Deli İbram Divanı, tüm bunları getirdi aklıma.
Ahmet Büke, bugüne kadar öyküleriyle tanınan, öykü kitaplarıyla ödüller alan ve adından söz ettiren bir yazardı. Deli İbram Divanı, yazarın ilk romanı. Özellikle 40’lı, 50’li yıllarda başarılı öykücülerin bir ya da iki kitaptan sonra ‘romana geçmeleri’ beklenir, hatta teşvik edilirdi. O günlerin gazete ve dergilerindeki eleştiri veya tanıtma yazılarında bu olgunun pek çok örneği görülebilir. Tarık Buğra, Muzaffer Buyrukçu, Samim Kocagöz gibi yazarlar, o günlerin ‘öyküden romana geçen’, sonra da zaman zaman yine öykü yazan simaları arasında sayılabilir. Günümüzde her iki türün birbirinden tamamen ayrılığı kabul ediliyor ama elbette öyküyle tanınıp roman da yazan yazarlarımız oluyor. 1980’ler sonrasında edebiyatımızda bunun en iyi örneklerinden birisi olarak Cemil Kavukçu geliyor hemen aklıma. Deli İbram Divanı ile Ahmet Büke de öyküden sonra roman da yazan, öyküdeki başarısını –belki daha da fazlasını- romanda da sürdüren yazarlar arasına dâhildir artık.
Birçok yönden okunabilecek, farklı açılardan yaklaşılabilecek bir roman, Deli İbram Divanı. Öncelikle kitabın çok başarılı iki yönü bulunuyor. Birincisi karmaşıklaşarak içerisinde çıkılmaz hale gelebilecek kurgusu, tabiri caizse tek nota sektirmeden, mükemmelen baştan sona kadar ilerliyor ve düğümler tek tek çözülüyor. Tabii bunda gereksiz bir ayrıntı ya da karakter kullanılmaması, boş diyaloglara yer verilmemiş olması da etkili. Kısacası bir yerde tüfek göründüyse patlıyor. Tümüyle Ahmet Büke’nin usta bir öykücü olmasının temelde yattığı bu yazdıklarımızın yanında romanın çok başarılı olan ikinci yönü de hiç kuşkusuz dili. Her ne kadar öykü ya da roman yazarının dilinin zaten mükemmel olması gerekiyorsa da bugünün ‘edebiyat piyasası’nda kolay bulunan bir özellik değil bu maalesef. Deli İbram Divanı’nda bazı yerleri hata bulmak maksadıyla birkaç defa okumama rağmen, neredeyse hiç hatasız, bir İsviçre saati gibi işleyen, kimi zaman okura çok yabancı bir evreni, o evrenin jargonuyla anlatmasına rağmen sıkmayan, aksine rahatlatan ve imrendiren bir Türkçe mevcut. Halikarnas Balıkçısı ve Zeyyat Selimoğlu’nun ardından, bazı öykülerinde gemi adamlarını konu edinen Cemil Kavukçu’nun yanında Deli İbram Divanı’yla denizi, denizciyi eserine yerleştirenler arasına katılan Ahmet Büke, o dünyanın anlatımını, sözcüklerini kendisi de bir balıkçıymışçasına yadırgatmadan kullanmayı başarmış.
Ahmet Büke’nin romanı, bir yanıyla kasaba, bir yanıyla da İzmir’e dair. Yirminci yüzyılın başlarından 1940’ların ikinci yarısına kadar olan süreç, kâh bir ada kasabasında, kâh İzmir’de geçiyor. Ele alınan dönem ve taşra olarak nitelendirilebilecek yerleşim yerlerinde yaşananlar, maalesef çok az konu edildi bugüne dek. Kasaba, Fethi Naci’nin tespitiyle Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u, Reşat Nuri’nin Kavak Yelleri ve Tarık Buğra’nın Yağmur Beklerken’i[1] dışında pek mekân olamamış romanlarımızda. Bu eserlere Yaşar Kemal’in Teneke’si ve Erhan Bener’in Yalnızlar’ı da eklenebilir. Aslında çok verimli bir mekân olan kasabaların roman ve öyküde hak ettiği kadar yer bulamamasının kanaatimce en önemli nedeni, buralardan yetişen yazarlarımızın olmamasıdır. Bu açıdan Gördes’te, yani bir kasabada doğup büyüyen Ahmet Büke’nin tanıdığı ortamı anlatması, biz okurlar için büyük şans. Tüm unsurlarıyla kasaba, İzmir’den daha çok yerleşiyor Deli İbram Divanı’na. Kahramanımız Osman, romanın bir bölümünü İzmir’de yaşasa da memleketi olan Köstence, hep onun içerisinde ve dolayısıyla romanın kalbinde yaşıyor. O günlerin hemen tüm benzer yerlerinde yaşanan ilişkiler, İkinci Dünya Savaşı bitmesine rağmen bıraktığı ekonomik sıkıntılar, yönetenler, yönetilenler ve belki de en önemlisi, “deli mi veli mi Allah bilir”ler Deli İbram Divanı’nda uygun adımla geçiyorlar önümüzden.
Yazarın yaşamadığı bir dönemi anlatması, ayrı bir emek ister. Anlatılacak dönem dilinden kıyafetine, alışkanlıklarından tarihî gerçekliğe kadar iyi araştırılmalıdır. Sinema filmleri ve dizilerde sanat yönetmeni ile danışmanlar ekibinin üstlendiği işi, roman veya öyküde yazar yalnız başına yapmaktadır genellikle. Ahmet Büke’nin Deli İbram Divanı’nı yazarken dersini çok iyi çalıştığı, dönemin ruhunu (zeitgeist’ı) çok iyi öğrendiği, hatta yaşadığı söylenebilir rahatlıkla. Yine iyi çalışılmış, özümsenip esere ustaca yedirilmiş bir diğer husus da halk inançları ve kültürüdür Deli İbram Divanı’nda. Nesillerin sözlü olarak kendilerinden sonra gelenlere aktardığı, hayatı şekillendiren, topluluğu toplum yapan bu öğeler, romanda öylesine doğal bir akışla ilerlemektedir ki okur hiçbir yabancılık çekmeden, yadırgamadan roman kişilerinin dünyasının bir köşesine rahatlıkla siner.
Başarılı bir roman, biraz da birbirine bağladığı öykülerin arasında boşluk olmayan ve birbirleriyle irtibatlanırken rahatsızlık vermeyen anlatıdır. Bu açıdan bakıldığında da Ahmet Büke’nin hem öykücülükteki ustalığı, hem de kurgu sağlamlığı öne çıkmaktadır Deli İbram Divanı’nda. Leyla’nın tanıtıldığı bölüm, romanın bu yönüne örnek olarak gösterilebilir.
Daha çok şey yazılabilir Deli İbram Divanı’yla ilgili. Ancak ne yazarsak yazalım, sonunda genel olarak eserin başarısına çıkacaktır yolumuz. 1998 yılında Hakan Akdoğan’ın Nü Peride ve Ahmet Karcılılar’ın Yağmur Hüznü adlı romanlarını okumuştum arka arkaya. Her ikisi de verdikleri edebî haz ile ayrı âlemlere sürüklemişlerdi beni. O günlerden bugüne okuduğum pek çok kitapta, 18 yaşıma duyduğum özlem gibi, onların tadını aradım ve çok azında bulabildim. Beni o günlere ve o hazza yaklaştıran az sayıdaki kitaplardan birisi de Deli İbram Divanı oldu. Yer yer aktardığı mitik inanışlardan ve üslubundan dolayı masala yaklaşan, romana cazibe katan sürükleyiciliğiyle, ‘keşke bitmese’ dedirten akıcılığıyla son yılların en iyi romanlarından birisi olarak önümüzde duruyor Deli İbram Divanı. Mutlaka arayıp bulacaksak tek kusuru var romanın. O da bazı bölümlerin, öyle sanıyorum ki ayrıntılardan tasarruf edip anlatımı hızlandırmak amacıyla, çok kısa kesilmiş olması. Metne masalsı bir hava katan bu durum da, yazarın seçimi olarak yorumlanabilir.
Mehmet Gökyayla
Yorumlar
Kalan Karakter: