OKTAY AKBAL ve DÜŞ EKMEĞİ
Lise yılları, hayatımızın en müstesna yılları olsa da, yaşarken fark edilmeyen tüm güzellikler gibi, bu da yaş ilerleyince idrak edilebilenler arasına giriyor. Oktay Akbal’ın Düş Ekmeği adlı kısa romanı işte bu dönemi, birinci tekil şahıs ağzından ve bir günlük atmosferi içerisinde anlatıyor.
O günden bu yana otuzun üzerinde kitabını okudum Oktay Akbal’ın. Ancak Düş Ekmeği, hep özel oldu benim için. Dönüp dönüp okuduğum ve her seferinde bir başka sırrına vâkıf olduğum kitap, yazarın kendi hayatıyla da paralellikler gösteriyor; artık bunu biliyorum; ilk okumam bilmem mümkün olmasa da…
Geçtiğimiz yıllarda (2015) vefat eden Oktay Akbal, gazeteci-edebiyatçıların son kuşağındandı. Hemen her gün yetiştirilmesi gereken yazıları, denemeleri, günceleri, öyküleri ve romanlarıyla çok da ‘velut’ yani üretken bir yazardı. Bu kadar çok yazmasına karşın, o kendine özgü üslubu ile hiçbir eserinde belirli bir seviyenin altına düşmediğini söyleyebiliriz Akbal’ın rahatlıkla. Edebî türlerin birçoğunda eser vermesine rağmen, öyle sanıyorum ki onun tüm metinleri deneme türünün diğer türlerle kesişerek zenginleşmesi ile oluşuyordu. Edebiyatımızda daha çok öyküleri ile ön planda olmasına rağmen –ki bu da çok doğru ve yerindedir esasında- onun yazdıkları hep denemenin özgürlüğü ve kişiselliğinde birleştirilebilir. Bir de ‘güzel’ diyeceğimiz her denemede olduğu dilin okura keyif vermesi söz konusudur onun yazdıklarında da.
Akbal’ın öyküleri ile anılıyor olmasının çok da yerinde olduğuna değindim. Onun Türk öykücülüğündeki yeri çok kısaca şöyle anlatılabilir: Sait Faik’in ardından gelen kuşağın en önemli öykücülerindendir Oktay Akbal. Çoğu zaman sıradan durumların, bireysel yaşantıların anlatıldığı bu öyküler, 1950 kuşağının da Sait Faik’ten sonra varoluşçuluğa geçiş esnasında o dönem yazarlarının önünde kısa cümlelerle kurulu, kendisini anlatıyormuş izlenimini vererek toplumun belirli bir kesiminden bireylerin durumlarını anlatan Oktay Akbal öyküleri vardır. Deneme ile öykü arasında, kimi zaman denemeye, kimi zaman da öyküye yaklaşan bu metinler, yazarın neredeyse ‘tescilli markası’ haline gelmiş ve bugüne kadar benzerini yapmaya çalışan, Akbal’ın doğrudan doğruya izinden giden, ardılı pek çıkmamıştır.
Oktay Akbal’ın Düş Ekmeği’nin de aralarında bulunduğu beş romanı da kendine has nitelikleriyle dikkat çekmektedir. Hepsi de hemen hemen birer uzun öykü boyutunda olan bu romanlar, yine kısa cümlelerle kurulmuş akıcı bir dil ve büyük olaylardan mahrum olmalarıyla, sıradan insanların sıradan hayatlarını anlatmalarıyla özgünlük kazanırlar.
Düş Ekmeği, yazarının lise yıllarında yaşadıklarıyla birebir paralellikler göstermesi ve gençlik anılarının arasına ustaca yerleştirilmiş döneminin toplumsal gerçekliğini yansıtmasıyla ayrıca dikkat çeker. Doğrudan toplumcu bir yazar olarak niteleyemeyeceğimiz Akbal’ın eserleri, bu gibi değinmelerle, belirli bir dönemde belirli bir toplumsal sınıfın yaşadıklarını anlatmasıyla toplumun bir aynası durumuna gelecektir. Romanın baskın konusu, yazarın anlatıdaki izdüşümü olarak niteleyebileceğimiz 17 yaşındaki genç kahramanın ya da personanın aşkla tanışması, ilk cinsel tecrübeleri ve İkinci Dünya Savaşı başlangıcında yaşadığı tedirginliklerdir. Ancak bunların yanında yaşanmakta olan ekonomik sıkıntılar, o günlerin İstanbul’undan görünümler, bir yazar adayının basınla ilk temasları ve sanatçı kişiliğin ayırt edici özellikleri de romanda yer verilenler arasındadır.
Düş Ekmeği’ni bugüne dek kaç kez okuduğumu hatırlamıyorum. Her okuyuşumda, her farklı yaşımda bende farklı duygular uyandıran, farklı yönleri daha çok ilgimi çeken bu küçük roman, sanat eserinin ne olduğu ve yazar ile okurun bakışlarının buluşup buluşamayacağı sorularını da böylelikle gündeme taşıyıp aynı anda cevaplıyor kanımca. Derya Bengi’nin ifadesiyle, “Bir şarkının (ve çoğu kültürel ürünün), onu yazıp söyleyenden ayrı, kendine ait bir bağımsız varlığı ve farklı kesimlerde farklı karşılıkları olabilir.” Böylelikle eser, her okuyana farklı bir kapı açan, okurun kültürel birikimine, yaşına, ilgi alanlarına göre birbirinden bağımsız etkiler uyandırabilen çok boyutlu bir nitelik de kazanacaktır.
Lise yıllarımdaki ilk okumamda bir yaşıtın başından geçenler, onun duygulanımları dikkatimi çekmişken on yıl kadar önce eserin dili bir kez daha çarpmıştı beni. Oysa bu son okumam, 1940’lı yıllar İstanbul’unun, İkinci Dünya Savaşı atmosferinin etkilerinin, tedirginliğin ve bireyselde başlayıp toplumsala genellenebilecek ekonomik sıkıntıların, yoklukların öne çıktığı bir atmosfer sundu önüme. Akbal’ın olasılıkla, tıpkı tekniğinde tercih ettiği gibi gerçekten de günlüklerinden yararlanarak oluşturduğu roman, böylelikle okura çok katmanlı bir okuma imkânı vaat ediyor.
Başarılı bir edebî eser, ister roman olsun, ister deneme, dil ve anlatım özelliklerinin yanı sıra yazıldığı ve konu edindiği dönemin ruhunu da bünyesinde barındırmak durumundadır. Yıllar sonra metnin içine dâhil olan okur, eserin sanatsal yönü ve akıcılığından olduğu kadar ortaya çıktığı dönemsel niteliklerinden de etkilenebilmelidir, diye düşünüyorum. Tüm bunları üst üste koyduğumuz zaman Oktay Akbal’ın hemen tüm yazdıkları gibi, Düş Ekmeği de günümüze hem yazıldığı dönemi hem de anlattığı dönemi taşıyarak okunası kitaplar arasında kendine özgü yerini alıyor.
Oktay Akbal, 2015’te vefat etti ve vefatının ardından pek çok kitabının yeni baskıları yapılmıyor. Temennim, bazı kitapları Doğan Kitap tarafından yeniden basılmakta olan yazarın bütün eserleri olamasa bile, en azından Düş Ekmeği’nin de içinde olduğu temel eserlerinin yeniden okura sunulması olacak.
Mehmet Gökyayla
Yorumlar
Kalan Karakter: