(Bir Merakın Hikayesi)
Aile büyüklerimin hatırası için.
Av. Onur GÜVEN
Öncelikle şu hususu açıklamam gerekmektedir. Bu yazı sadece “Bir Merakın Hikayesi” değildir. Bu merakın konusu olan, yaşanmış sosyal hayatın gerçeklerini de konuya dahil etmek zarureti doğmuştur. Anlatımın tam vicdani açıklık kazanması için de, olayların içinde bizzat yaşamış olan kendi ailemin, Balkan Bozgunundan sonraki ordusuz ve dolayısıyla savunmasız kalan Rumeli halkıyla beraber çaresizliği nedeniyle -Anadolu’ya doğru- savrulmasının hatırlanmasıdır. Bu acıları bütünü ile yaşayan ailemin acılarının hikayesi - ayrı bir konu olmakla beraber - yer yer burada da “ araştırma merakının” kaynağını teşkil ettiği için yer bulmuştur.
Bu zaruri açıklamadan sonra anlatıma başlayabiliriz.
O yıllar, İzmir Atatürk Lisesi’nde yatılı talebeyim. Bazı hafta sonlarını Turgutlu’da ailemin yanında geçiriyorum. Geldiğimde de, hemen üzüm çarşısının girişindeki mağazamızda, babama gidiyorum. Baş başa sohbet ederek özlem gideriyoruz. Bazen, çok hoşuma giden, bana ufuk açan konular oluyor. Böyle bir gün konu - nereden esti bilmiyorum - İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy ‘a geldi. Babamın, rahmetli Akif’e sevgisi bambaşkaydı. Ara ara Mehmet Akif’in menkıbeleri ile anlattığı cumhuriyetin kuruluş hikayelerin ve çok takdir ettiği Mustafa Kemal Paşa’yı anlatımları beni o kadar çok etkilerdi ki! Bir ara susar ve sonra şöyle devam ederdi: “Rumeli’den ve ilk geliş yıllarımızdaki elem ve ıstıraplarımızı unutur, yeni ümidimiz Cumhuriyet’in sevdalısı olur, ümitlerle dolardık.” Bu bana çok dokunurdu.
Evet şayan-ı hayret ki, ileriki zamanlarda, hafızamı hep yokladığımda, bu cümle aynen kulağımda, tekrarladığım için olacak. Şükür ki hiç unutmadım. Şu var ki, ben meraklı bir insanım, hep soracaklarım kalırdı. Sanıyorum bir müşteri ve yahut da bir misafir gelmiş olabilir, telefon çalmış olabilir, araya meşgul eden bir işin girdiği ve bu anlatıma engel olduğu muhakkak. Bu da kaderin bir cilvesi.
YILLAR SONRA
Aradan yıllar geçti. Ben avukat oldum. Azim Han’daki ofisimde, boş zamanlarımda yakın tarihi, özellikle Mustafa Kemal ve arkadaşlarının hatıralarını okuyorum. Mustafa Kemal’in halka yakınlık ve dostluğunu bildiğim için, öylesi konulara daha çok düştüm. Bu arada Mustafa Kemal’in ideal arkadaşı ve gönüldaşı olduğunu bildiğim Mehmet Akif’in de halka bazen resmi bir görevle, çoğu zaman da onun idealinin bir gereği olarak her fırsatta severek yaptığı “Cumhuriyet Muallimliği“ nasihatlerinden de haberim var. Hatta Mehmet Akif’e zaman zaman böyle üstün ve ayrıcalıklı yurt içi ve dışı resmi görevler de verildiğini biliyordum; istiklalimizi ve yeni cumhuriyeti halka anlatmak, halka heyecan ve ümit aşılamak için. Babamın, - sanki bizzat Mehmet Akif Ersoy‘un kendisinden dinlemiş hissi veren - o üslubun kelimeleriyle anlatımı hep dikkatimi çekmişti. Bu babamın günlük anlatımından farklı bir anlatımdı. Ezberlenmişti adeta…. Bu farklı üsluplu anlatım, beni bir öğretmenin öğretisi sonucu olabileceği, düşünce ve hayaline götürdü.
MERAK BAŞLIYOR, HEM DE NASIL!
İleriki zamanlarda bu okumalarım sırasında,”babamın anlatımları” kulağımda çınladı durdu. “Acaba babam böyle bir sohbetin misafiri olabilir miydi? “ diye düşünmeye başladım. Büyükbaba diyerek bildiğim büyük amcam Ali Güven’in de tarih merakı epey ileriydi, lakin çok ketumdu. Beni bu konular için daha ufak veya ilgisiz mi görüyordu ki, babamla olduğu gibi ahbaplık etmemiz çok sonraları başladı. Keza diğer Mehmet amcam da Balkan muhaciri bir Rumeli Türkü olarak dolu bir insandı. Bu üç kardeş ölünceye kadar aileleri ile bir ve beraberdi. Rumeli’de çiftlikte, baba zamanının töre ve beraberliğini sıkıca korudular. Bütün çocukları “ o bir tek kazanın bereketi” ile yetiştiler. Sözü şuraya getirmeye çalışıyorum: İçlerinde büyük bir ülke ve ülkü heyecanı vardı ki, bu ideal safiyetine öyle her yerde rastlamıyordum. Soruyordum kendi kendime: “Acaba bu Mehmet Akif anlatımları, Mehmet AKİF ile karşılıklı samimi bir sohbetin mi, yoksa büyükbabamın İzmir’deki ihracatçı -tüccar dostlarından tavsiyeleriyle edindiği dergi ve kitaplardan mı gelen bilgilerdi?”. Ancak , böylesi bir inanç ve öğreti günlük faaliyetler arasında edinilebilir olamazdı. Buna bir türlü sağlıklı karar veremiyordum.
Bu tarih incelemelerimde önceleri, Mehmet Akif ‘in bir vesile ile İzmir veya civarına gelebileceği ihtimalini düşündüm. Sonra kızlarından birinin eşinin tayini ile yerleştiği bir il veya ilçede, böyle ziyaretlerin söz konusu olabileceği aklıma geldi. Başladım aramaya… Davalarım dolayısıyla gittiğim yerlerde, bu soruşturmayı avukat arkadaşlardan sorguluyordum. İlk galiba Kemalpaşa halkının aydın ve uyanık olduğunu bildiğimden, sorgulamaya oradan başladım. Hele orada mahkemelerde davam oldukça, et almaya gittiğim şehrin iç kısmındaki bir kasapta kütüphane olduğunu görünce ve yakın tarih meraklısı olduğunu öğrenince, kendisiyle ahbaplık kurdum. Bu konularda uzun uzun konuştuk. “Mehmet Akif buralara gelir miydi? “ soruma cevap bulamadım. Artık, bu soruların muhatabı bütün uğradığım Ege il veya ilçeleri ile buralarla ilgili her meraklı ve bildiğim kişiler oldu. Bu uzun zaman hatta, hayret ederim ki yıllar sürdü. Adeta bir iz peşinde dedektif olmuştum. Babamın gerçeğe düşkünlüğünü yakinen bildiğim için, bunun bir gerçeğe dayandığını- çözmeğe çalışıyordum. Amma her zaman “puzzle” ‘ın bir parçasını ancak bulabiliyor ve esas resme ulaşamıyordum. Böylece hayatın meşgaleleriyle yıllar birbirini kovaladı.
BEKLENMEYEN BİR TESADÜF
Yakın bir zaman önce, Turgutlu’da okul arkadaşlarımdan, büyükbabamın, babam ve diğer amcamın yakın dostu, aile hekimimiz Dr. Fadıl BİLGE amcamızın kızı Sema ile konuşurken neredense Mehmet Akif’ten söz açıldı. Sema: “Onur, onun torunu Ferda benim rahmetli Ümit abimin okul arkadaşıydı. Hatta bu isim o aralar bizim Turgutlu’da görülmeyen bir kız ismi olduğu ve çok beğendiği için, kızının ismini de Ferda koymuştu” deyince, içimdeki düğüm çözüldü. “Nasıl?” dedim, “Vallahi benim bildiğim bu kadar. İstersen bu konuda bilgisi olan matematik hocamız Şayan Bey’in kızı Gülseren abla’dan sorabilirsin” dedi. Allah Allah!, nasıl da Mehmet AKİF beyin Turgutlu’ya da gelebileceğini hiç ihtimal vermemiş, düşünmemiştim. Bu gafletime hayret ettim.
NİHAYET BİR İPUCU
Şayan hocamızın küçük kızı okul arkadaşım İnci’yi telefonla aradım. Muradımı anlatarak Gülseren abla ile konuşmak istediğimi söyledim, “Hemen!“ dedi. Biraz sonra Gülseren abla telefonda anlatıyordu:
“Bizim ilk oturduğumuz ev, Turgutlu’da Atatürk caddesinde Belediye binasının yanında, bitişik iki evden biriydi. Diğerinde Mehmet Akif ERSOY’un kızı Suat Hanım’la eşi Ahmet Bey oturuyorlardı. Güzel bir otomobilleri vardı. Arada bir Ferda ile beni de yanlarına alıp, ileride Salhane’nin yanında futbol sahasına geziye götürürlerdi. Burası kışlanın ve büyük depoların bulunduğu yerlerdi”. Ben yerleri aynen hatırladım. Çünkü çocuktu, - daha 11 -12 yaşlarında mıydım neydim - babamın katibi futbolcu Yusuf ağabey, Turgutlu futbol takımda oynuyordu. Hafta sonu babamdan, maçı seyretmem için izin almıştım, beni maça götürmüştü. Yusuf abi, sonraları İzmir’de Göztepe kulübü başkanlarından Zeki Çırpıcı’nın sarraf mağazasında çalışmaya başlamıştı. Çok kibar ve centilmen bir ağabeydi. İzmir ’li meşhur sarraf, Göztepe Futbol kulübünün kurucularından Zeki Çırpıcı da eski futbolcuları yanından ayırmaz iş verir ve kollardı. Ben eşimle nikah yüzüklerimizi Yusuf ağabeye giderek almıştık, son gördüğüm o zamandı. Sağ ise Allah selamet versin, öldü ise Allah rahmet etsin -bütün gerçek sporcular gibi- seçkin insanlardı vesselam.
Ben bu iş biraz uç verince Turgutlu’da tanıdığım dostlarıma bu konuda bana daha fazla bilgi sunabilecek kişileri bulmasını tembihledim. Bu güne kadar bir ses çıkmadı, çıkarsa eğer, bu yazı daha da kendi bulduğu hakikati tamamlamış olur.
Yukarıda bahsettiğim belediye binası hala çok şükür duruyor. Benim bildiğim yanındaki evin altında rahmetli Avukat Mesut Bey ile Avukat Salih Bey’in müşterek yazıhaneleri bulunuyordu. Yanında da yine rahmetli bir avukat ağabeyimizin, Avni Bey’in evi vardı ki, ailesi nedeni ile ev, “Hacı Lordun Evi “ diye anılırdı. Eski bir resim olsa bu evler görülür sanıyorum. Ama bir resmine de rastlayamadım. Bir ümit, İnci’nin belediye sırasında evleri olduğundan İnci’ye de sordum, maalesef …
TAHMİNLER…
Şimdi sadede gelelim: Mehmet AKİF, kızının eşinin Turgutlu’da askeri baytar olarak görevi nedeni ile herhalde belirli aralıklarla kızını ve sevgili torunu Ferda’yı görmeye Turgutlu’ya geliyordu. Bunu duyan Balkan göçmeni Turgutlulular - bu arada babamlar da- “hoş geldin”e gittiklerinde, Cumhuriyetin ve Mustafa Kemal’in o hayranlık veren hikayesini bizzat Mehmet Akif gibi bir halk öğretmeninden dinliyorlar ve bir ülke ve ülkü sevgisini yüreklerine işliyorlardı. Turgutlu bu güzel zemini defalarca yaşadı. Bence bu, Turgutlu için halkına talihin kendisine tanıdığı çok önemli bir ayrıcalıktır.
Şu gerçeği bir çok okumalarımda gördüm ki: Halkını, ülküsünü ve ülkesini candan seven ve cumhuriyet erdemlerini halkına anlatmada “gönüllü öğretmen” olan Mehmet Akif, bunu tıpkı ülküdaşı Mustafa Kemal Atatürk gibi, kendisine daimi hayatının tek amacı edinmiştir. Onun için, Turgutlu halkından da onun hocalığı şerefine nail olmuş babam ve amcalarım gibi bir çok nasipdar talihli vardır diyerek, Turgutlu’da bulacağım kişilere ulaşmayı düşündüm. Kolay ulaşacağımı sanıyordum, ne yazık ki yeni bir bilgi kaynağına ulaşamadım.
Bu yazının amacının da, böyle bir ideal adamının, cumhuriyetimiz sevdasını ne denli sahiplendiği ivazsız ve fasılasız sürdürdüğünün bir resmini çizmek olduğunu söyleyebilirim.
Bizim ailemizin cumhuriyet öğretmenleri, Mustafa Kemal Atatürk ve Mehmet Akif ERSOY ‘dur. Gerçi bu bütün milletimiz için böyledir. Hep söylediğim gibi Cumhuriyetimizin mimarları fasılasız daima artan bir vefa ve yurtseverlik ülküsü taşıyan iki ön saf mücahidi vardı ki bunlar Mustafa Kemal ile Mehmet Akif ERSOY’du. Bu mücadelede, Mustafa Kemal Cumhuriyetimizin aklı ise, inanıyordum ki Mehmet Akif ERSOY da vicdanı olmuştur. Kurtuluşun ve Cumhuriyetin “Ateşini Yakanlardır”, bütün dava ve gönül arkadaşlarının en sade vatandaştan, en ileri görevlileri ile bütün vatanseverlerin de hakkını yüce ve mümtaz tutarak tabi… Ne mutlu bizlere…
BİR KİTAP VE DEĞİŞEN TAHMİNLER
Bu tahminlerden sonra, Mehmet Akif ’in torunları Selma ARGON ile Ferda ARGON’un yazdıkları “Dedem Mehmet Akif” kitabı elime geçti.
Damadının ve kızının, Turgutlu’da bulunduğu zamanlarda Akif, sakin ve huzurlu bir ortamda, Atatürk’ün yazılmasını istediği Türkçe Kuran Meali’ni tamamlamak üzere gittiği Mısır’da bulunuyordu. Bu nedenlerle babam ve amcamların Akif ‘i ziyaretlerinin Turgutlu’da olmayıp, yakın bir Ege şehrine gitmesi ile mümkün olabileceği ihtimalini düşünmem gerekti. Akif’in İstanbul’a dönüşü ve müteakiben ölümünün l936, damadının da Turgutlu’daki görevinin 1938 yıllarında olduğu anlaşılınca, bu halde: Turgutlu’ya gelmiş olması ihtimali tamamen imkansız bir hale geliyordu.
Başka neresi olabilirdi? Bir ihtimal, Akif in çok sevdiği ve bir ev edinmek istediği Ege sahil köyü Perlit’in olabileceğini düşündüm. Balıkesir’e gelmesi de Hasan Basri ÇANTAY ile olan dostluğu ve yakınlığı ile, bir çok kereler gelmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Başka nereleri olabilirdi?
BİR AKRABAMIZIN HATIRIMA GELMESİ: ABDULLAH DAYI
Şimdi gelelim işin son faslına: Önce şu bilgiyi vermeliyim: Babamların Salihli’de bir dayıları vardı: Abdullah Dayı. Annemler ve amca hanım ve kızlarının Salihli’ye Abdullah dayılara yatılı misafirliklere gidip geldikleri ailede hep söylenirdi. Abdullah Dayı’nın Türkan isminde bir kızı ve sonradan bankacı olduğunu öğrendiğim bir oğlunun da (İlhan) olduğunu yine aile muhabbetlerinden biliyorum. Abdullah Dayı hakkında da şunları işitiyordum: Abdullah Dayı Mustafa Kemal’in okuldan arkadaşı idi ve Mustafa Kemal’in evine sık sık girip çıkabiliyor, Zübeyde Ana’yı da yakinen tanıyor ve seviyordu. Hatta Abdullah Dayı’yı sevdiklerinden, bir ara Makbule’nin Abdullah Dayı’ya verilmesi konuşulmuş, Abdullah Dayı Makbule’yi - herhalde sevdiği biri olduğu için- çekimser davranmış ve almak istememiş. O günkü Balkan Bozgunu ile bütün Rumeli halkı Anadolu ya doğru adeta savrulunca da ayrı düşmüşler.
Cumhuriyet kurulmuş, inkılaplar başlamış ve Abdullah Dayı sanıyorum İzmir’de resmi bir görevde. İttihatçıların muhalefeti ile Dr. Nazım Bey’ler asılınca, bütün Rumelilerde bir zanna kurban gider miyim diye bir çekinme başlamış. Malum ya, Rumeli bozgundan önce İttihat ve Terakki partisinin bütün Rumeli gibi sempatizanlarıydılar. O zamanlar çaresizlikle tutunacak bu ideale bağlanmışlardır. Bütün ümitler Osmanlı İmparatorluğunu bu çıkmazdan çıkarmak ve ekaliyetlere karşı Türklük hakimiyetini korumak ve İslamı hurafelerden, dili acem Arap hakimiyetinden çıkarmak ve yepyeni parlak bir yenilemeyi başarabilmekti. Bu aynıyla Mustafa Kemal’in gönlünde de - bir Evlad-ı Fatihan olarak - yaşıyordu, diğerlerinden farkı ise, Cumhuriyetin erdeminin gerçekleşmesini aklında belli bir aşama planına bağlamıştı.
Bu arada Abdullah dayı Mustafa Kemal’den uzak kaldıkları için pek ortalıkta olmamak ve bir politika içersinde görülmemek için, kenar bir tarafa çekilmiş, Salihli’ye yerleşmiştir. Birçok ittihatçının da sakin yerleşme yeri ya Salihli ya da Söke olmuştur. Mesela Kuşçubaşı Eşref önce Salihli’de bir çiftlik almış, sonra da çiftliğini satarak Söke’ye yerleşmiştir. Bu iki büyük ilçenin - inşallah tarumar edilmemiş ise - arşivinde neler var, genç tarihçilerin ve aydınların emanetine tevdi etmekten başka elimizden ne gelir ki. Mehmet Akif ‘in bu dost ve ideal arkadaşları ile sivil mutabakata ve inkılaplara destek için görüşmemesi imkansız gibidir. Tabi bazıları nedense takip altında olduklarını sandıklarından, bir yanlış anlaşılmadan azami çekinerek yaşamlarını sürdürmekteydiler. Hal böyle olunca dedem Hasan Ağa’nın ve Niş doğumlu Mürahide Müyesser ninemin de ittihatçıları kurtarıcılar olarak seven, başta Enver Paşa’ya hayran olan kimseler olduğu kendiliğinden anlaşılır. Tabiidir ki, bu duygular su katılmamış bir yurtseverlik ülküsünden doğmaktadır. Asla riya ve yalan karıştırılamaz. Mustafa Kemal ’de farklı bir insan ve lider olarak, daha ileri bir ufku gönlünde barındırmaktadır ki, O da Cumhuriyet idealidir. Bu en yakın mücadele arkadaşlarında bile bu duygu, - ondaki İMAN gibi - daha gönlünde makes bulamamıştır. Mustafa Kemal ile Enver Paşa iki ideal ve gönül arkadaşı ve bu gayretin yılmaz neferleridir. Aralarında görüş ayrılığı bu ülkü kardeşliğini hiçbir zaman bozmamıştır. Mustafa Kemal’in, Enver Paşa’nın yakınlarını Anadolu’ya önceden sokmaması, Cumhuriyete bir ikilik girer endişesinin eseridir. Buna gücenen Enver Paşa’nın yad ellerde yazdığı ve “kardeşim Mustafa Kemal” diye başladığı mektubunda teessürlerini anlattıktan sonra “Orası bizim de vatanımız başka nereye gidebiliriz? “ diye bir sitemi de vardır.
İTTIHATÇILARIN YURDU TERK ETMESİ
Ülkeyi kurtarmak bir yere kadar… Üç ittihatçı liderin mücadeleyi Mustafa Kemal’e bırakmak nedeni ile İstanbul’dan ayrılmaları ile, bütün ittihatçı hayranlarının gönlünü Mustafa Kemal’in Cumhuriyet aydınlığı doldurmuştur. Bizim ailemiz de şöyle bir söz dolaşırdı: “Mustafa Kemal’in ufku, Enver paşa’dan çok farklı, HAKLIYMIŞ! “. Bunun Rumeli ağzı ile tekrarlanan şekli “ Kemal haklıymış “ şeklinde ifadelenirdi.
ENVER’E METHİYE
Yazının sonunda yine Mehmet Akif’e dönmek istiyorum. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliğinin kültür çalışmaları olarak yayınlanan Safahat’taki şiirlerden Rumeli’den çıkış zamanlarında Enver Paşa’ya yazılan bir methiye vardır ki, çok güzel bir şiirdir. Akif’in ölüm döşeğinde,” Benim ömrümden Allah alıp Mustafa Kemal’e versin, zira o millete lazımdır” sözü her şeyi ile Rumeli Türklüğünün his ve emellerini anlatmaya yeterlidir sanıyorum.
Bu dağınık ve karışık yıllarda, “doğru ve sağlam düşünceler” şükür ki, lider Mustafa Kemal ve onun ideal arkadaşları, ilim adamları, çok sevdiği halkının samimi bağlılıkları derlenmiş toparlanmış ve İNKILAP - DEVRİM hareketlerine dönüşmüştür. Sebepsiz küsmeler KALKMIŞ, o eşsiz FAZİLET YÜRÜYÜŞÜ başlamıştır… Bu hareketin başlangıcındaki üç memleket evladı da, Ermeni çetecilerin devamlı takipleri sonucunda, ayrı ayrı ülkelerde şehit edilmişlerdir. Allahın rahmeti kurtuluşu sağlayan bütün kahramanların üzerine olsun. Özetle: Rumeli’de ittihatçılık sadece ve sadece milletin kurtuluş ümididir.
İncelemelerimde vardığım sonuç şudur: Babam ve amcalarımın bu Cumhuriyet anlatımlarını, Mehmet Akif’ in ya Salihli’ye veya Söke’ye yahut da Balıkesir veya Perlit’e yaptığı dost ziyaretleri sırasında, önceden haber alıp giderek bizzat dinlemeleri söz konusudur. Ya da diğer ihtimalle, dergi ve yazılarını takiple öğrenmişlerdir..
Bu yazı ile şunu anlatmaya çalışıyorum: Rumeli halkının çektikleri ıstıraplarla uyanan bu karşı çıkma –ihtilal- halinin Anadolu’ya akması, Anadolu’da ayni silkiniş ve uyanma ile karşılanmış, Osmanlı’nın dev bünyesinden yepyeni bir laik, demokratik, insanlık genel değerlerine bağlı bir CUMHURİYET doğmuştur.
Bu ateşi yakan Mustafa Kemal aklının ve gönlünün ışığı ile, bütün halk, yetişmiş aydın Osmanlı zabitleri, aydınlar, din önderleri, hatta ve hatta saray… , TÜRKLÜĞÜN VE İNANÇLARININ korunması gayretlerinde, bu müthiş cazibeye kapılmış ve bu heyecanı, büyük bir ÖZLEM VE TAZİMLE karşılamışlardır. Ayrılık denilen hususlar, sadece çaresizliğin eseri olup, ülkünün aydınlığı ile silinip kaybolmuştur. Bu hareket dünya tarihinde, bütün mazlum milletler için hâlâ PARLAYAN BİR GÜNEŞ GİBİ ÜMİT IŞIĞIDIR. Ne mutlu bize….
Nereden nereye…. Sade bir merakın ardından, Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün gönül - sevda yoldaşı Mehmet Akif ERSOY’la birlikte, soylu düşünce ve duygularına yolculuk… Ne güzelmiş….
Hülasa: Böyledir bu hikayet, gayrısı duruğ-u bi nihayet……
Av. Onur GÜVEN
Yorumlar
Kalan Karakter: