MUSTAFA Kemal, 1923’lerde ki kuvvetimizin ruhu ve aslını cumhuriyet yönetimine dayandırır. Çünkü, o günlerde ki; doğrudan doğruya milletin ruhuna, vicdanına (duyuncuna), eğilimlerine bağlı bir yönetimin maddi koşullarının; bir kişinin görüşü olmaktan uzak bir biçimde oluştuğunu ifade eder. Ona göre; Osmanlı tarihi, bir millet tarihi değildir. Milletin başına geçen birtakım insanların; hayatlarına, tutkularına, girişimlerine ait bir hikayedir. Devlet adına izlenen belli bir siyasi yön yoktur. Fatih Sultan Mehmet, Yıldırım Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dışındaki sultanlar hemen hemen hiçbir siyaset izlememişlerdir. O dört sultanın izledikleri siyaset ise; bir devlet ve millet siyaseti olmadığı için, sürekli ve ölümsüz kalamamıştır. Çünkü insan hayatı kısadır. İzlenmesi gereken siyaset milletin doğal yetenek ve ihtiyacıyla orantılı olanıdır. Ne İslam birliği ve ne de Turanizm mantıki bir siyaset olamaz. Milli hükümetimizin hareket esası, milli sınırlar içerisinde milli hakimiyete dayalı olarak bağımsız yaşamaktır. 1923’lerdeki milli hükümetimizin şeklini ve içeriğini anlamayanlar veya anlamak istemeyenler için Teşkilatı Esasiye Kanunu çok önemlidir. Bu kanunun birinci maddesi “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” biçimindedir. Vicdanın (duyuncun) eğilimi, arzusu demek olan irade(istenç); insanlar için geçerli olduğu gibi toplumlar içinde geçerlidir. Manevi bir şey olan irade çarpıtılmaya çok uygundur. İslam felsefesine uygun düşünürsek külli irade olduğu gibi cüzzi irade de vardır. İradenin (istencin) gerçekleşmesi için bir araç gereklidir ve vardır ki, ona milli hakimiyet denmektedir. Milli hakimiyetine sahip olmayan bir millet, hiçbir zaman iradesini (istencini) kullanamaz. Milli hakimiyetini herhangi birisine veren bir millet; ( bu kişi Allah’ın yeryüzündeki gölgesi veya temsilcisi konumundaki bir padişahta olabilir) kendi iradesinin(istencinin), kullanılacağından ve uygulanacağından emin olamaz. Şimdiye kadar milletimizin başına gelen bütün felaketler kendi şans ve kaderini başka birilerinin eline bırakmasından doğmuştur. En yakın örnek 1.Dünya Savaşı’na girişimizdir. 1.Dünya Savaşı’na girmek için kalpten bir eğilim yoktu millette… Zorunluluk olmadıkça millet savaşa girmek istemezdi. Ama ne yazık ki millet milli hakimiyetini başka ellere vermişti. Millet hakimiyetini gasp edenler düşmanla beraber hareket ediyorlardı. Çok kan dökülmüştü. Bu kadar acı deneyimler geçiren milletin, bundan sonra egemenliğini bir kişiye vermesi kesinlikle mümkün olmayacaktır. Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun bir sonraki cümlesinde, “yönetim usulü halkın kaderini bizzat ve fiilen yönetmesi esasına dayanmaktadır” denilmekteydi. Bu ikinci fıkra yönetim usulündeki ilkemizi ifade etmektedir. Yoksa milletin işini gücünü bırakıp devlet yönetimiyle uğraşacağı anlamında değildir. Buna olanak ve gerekte yoktur. Milleti temsil eden, milli iradeyi (istenci) millet adına sınırlı ve belirli bir zaman içinde manevi kişiliğinde gerçekleştiren, yenilenmeye açık Millet Meclisi vardır. Asıl olan millettir, egemenlik onun olduğu gibi yönetim hakkı da onundur. Millet, vekilinden önce gelir. Meclisler belli dönemlerde görev yaparken millet ile milletvekilleri arasında anlaşmazlık olabilir. Meclisler öyle kararlar alabilir ki; o kararlar, cidden milletin yaşamına tedavi edilemez zararlar verebilir. Millet her olasılığa karşın egemenliğini korumaya mecburdur. Bu konuda teamül tekrar genel oya başvurmaktır. Devlet yönetiminde danışma çok önemlidir. Bizzat İslam peygamberi bile danışarak iş yapmak gerektiğini söylemiş ve kendiside öyle yapmıştır. Durum bu iken, bir kişinin kendi başına iş yapması düşünülemez… Milletin huzur ve rahatını sağlayan her hükümet şekli iyidir. Milletin rahat ve mutluluğunu sağlamayan her hükümet zararlıdır, kötüdür ve terk edilmesi lazımdır. 1923’lerdeki hükümet şeklimiz iyidir. Çünkü milletin bu hükümeti kurması sayesinde; tükenmiş bir devletten, başarılarla taçlanan yeni bir devlet kurulmuştur. Çalışmaya zorunlu olduğumuz hususlardan en önemlisi iktisadi yaşamdır. Çünkü millet fakir kaldıkça hiçbir şey yapamaz. Öncelikle zengin olmamız lazımdır çünkü her şeyi yapan paradır, emektir. Millete verimli ve yararlı unsurlar yetiştirmek iktisadi yaşamın kaçınılmazlarındandır. Bunun içinde özellikle mesleki eğitime birinci önemi vermeliyiz. Geçmişte ve bugün olduğu gibi gelecekte de milletimizi rahat ve mutluluğa götürecek yollar için aydınlatmalarda bulunmak milli ve vicdani (duyunçsal) görevimiz olmalıdır. Böyle bir görevi yapabilmek için kıskançlıkla milli hakimiyetine düşkün olan bir milletin içinde;aynı şekilde düşünen ve çalışan insanların birleşmesi gerekir. Örgütlenmesi gerekir. Gerçekten memlekete hizmet etmek isteyenlerin kalbi açık olmalıdır. Milletle, milleti yöneten insanlar açık yüreklilikle görüşmelidirler. Milleti yönetenlerin şiarı daima millete karşı gerçekleri söylemek olmalıdır. Mustafa Kemal’in hayatında izlediği biricik siyasi meslek budur.[1]
1923’lerde kendi benliğine uygun bir cumhuriyet modeli inşa eden, Mustafa Kemal önderliğindeki Türkiye Cumhuriyetinde;millet fakirdir, millet zengin olmak zorunluluğundadır. Milletin zengin olması demek, her türlü meseleleri çözmüş olması demektir. Amaç hayatın gerektirdiği her şeyi bulmak ve en iyi tarzda bulmak demektir. Bu ise zengin olmakla olanaklıdır. Zengin olabilmek için, bizi fakirliğe sefalete yöneltmiş olan nedenlerin ne olduğunu düşünmek ve onlardan kurtulmaya bakmak lazımdır. Bu millet insanları çok çalışmak zorundadır.[3] Mustafa Kemal İzmir İktisat Kongresi’ni açarken: “Efendiler, tarih, milletlerin yükselişi ve düşüşü sebeplerini ararken birçok siyasi, askeri, toplumsal sebepler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok, bütün bu sebepler toplumsal hadiselerde tesirlidirler. Fakat bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla, yükselişiyle, düşüşüyle alakadar ve münasebettar olan, o milletin iktisadiyatıdır. Tarihin ve tecrübenin tespit ettiği bu hakikat, bizim milli hayatımızda ve milli tarihimizde de tamamen tecelli etmiştir.Hakikaten Türk tarihi incelenirse, bütün yükseliş ve düşüş sebeplerinin bir iktisat meselesinden başka bir şey olmadığı derhal anlaşılır. Efendiler, tarihimizi dolduran bunca muvaffakiyetler, zaferler veyahut mağlubiyetler, yok oluşlar ve felaketler, bunların tamamı, vukua geldikleri devirlerdeki iktisadi ahvalimizle münasebettar ve alakadardır. Yeni Türkiya’mızı layık olduğu mertebeye ulaştırabilmek için, mutlaka iktisadiyatımıza birinci derecede ehemmiyet vermek mecburiyetindeyiz. Çünkü zamanımız tamamen bir iktisat devresinden başka bir şey değildir.”[4] demiştir. Ona göre: “Dahili unsurlar muhafazaya muktedir oldukları dahili teşkilatlarına dayanarak, haricin daima teşvikine ve özendirmelerine ve yardımına sığınarak devletin ve asli unsurun imhasıyla siyasi bir mevcudiyet kazanmak için çalışmaktan geri durmadılar. Yabancılar bir taraftan dahili unsurları teşvik ediyorlardı, diğer taraftan da kendileri müdahale ediyorlar ve her müdahalede yine millet ve devletin aleyhine olmak üzere yeni yeni birtakım imtiyazlar, haklar alıyorlardı. Bu devamlı takibat altında zaten fakir düşmüş olan anayurtta, asli unsur devlete verebilecek parayı güç tedarik ediyordu. Halbuki tacidarlar, saraylar, Babıaliler mutlaka debdebeye, gösterişe sahip olabilmek için, onu devam ettirebilmek, zevk ve ihtiraslarını temin edebilmek için her ne pahasına olursa olsun, bu parayı tedarik etmek çaresine girişmişlerdir. O çareler de, borçlanmalar oldu. O kadar çok borçlanmalar yapıyorlardı, o kadar fena şartlar altında borçlanmalar yapıyorlardı ki, bunların faizlerini de ödemek mümkün olmadı. En nihayet bir gün Osmanlı devletinin iflasına hükmettiler. Maliye işleri hemen kontrol altına alınmış ve başımıza Düyunu Umumiye belası çökmüş bulunuyordu.”[5] Emperyalistler, verdikleri borç paralarla ülkeleri kendilerine bağımlı hale getirmek suretiyle, milletleri yavaş yavaş boyunduruk altına almaya başlamışlardır.
Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti kurulmazdan yıllar önce; 18 Nisan 1921 tarihinde, Hakimiyeti Milliye gazetesindeki başyazısında, milletini emperyalizme karşı uyarmaktadır: “Emperyalizm, genişleme ve istila ile eşanlamlıdır. Bütün kapitalist hükümetler genişleme ve istila taraftarıdır. Zira sermayedar sınıflar, daima mallarını sürecek ticaret pazarları ve hammadde aramakla meşguldürler. Bunlar fabrikalarında kullanmak üzere hammadde ve mamullerini sarf etmek için de ticaret pazarlarına muhtaçtırlar. Kömür, petrol, bakır, kauçuk meseleleri ve diğer hammaddeler, medeni memleketler için pek mühim ve esaslı şeylerdir. Bunlar, bu gibi hammaddelerin mevcut bulunduğu arazi ve memleketler hakkında çekişir ve mücadele ederler.
Bunun dışında, yetiştirdikleri sanayi mamullerini satacak müşteri tedariki için de birbirleri aleyhinde daimi mücadelededirler.
Tabiidir ki, bu memleketlerden biri bu arazilerden birine sahip olmak ve oralardaki müşterilerden birini elde etmek istediği zaman, hareket ve fiillerinin hakiki sebeplerini gizler ve bu konuda birçok vesile ve bahaneler icat eder. Irki sebepler, kavmi hüviyetler, milletlerin eğilimleri ve kabileler ve aşiretler meseleleri söz konusu olursa, medenilik mecburiyeti gibi iddialar ortaya atılır.”[6] Mustafa Kemal, aynı makalenin sonunda: “Emperyalizm aleyhine mücahede ilan etmek, vicdanı olan bütün insanlara bir vazifedir. Herkes kendi mesleğinde çalışmakla beraber, milletlerarası bir işbirliği ile bu maksadı temin eylemelidir. Lakin dünyayı istila etmek isteyen genişleme ve istila taraftarlarının azgın tehdidinden cihanı kurtarmak ancak kapitalizmin kaldırılmasıyla mümkün olur.”[7] sözleriyle insanlığın kurtuluşunun adeta reçetesini vermektedir.
KAYNAKLAR
1. Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.14-15, Yay. Haz.: Şule Perinçek ve Diğerleri, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2003.
2. Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi Hâkimiyeti Milliye Yazıları, Çevrimyazı: Hadiye Bolluk, Sadeleştirme: Kurtuluş Güran, İkinci Basım, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2004.
Fotoğraf : Muallim Mehmet Necati Bey’in (Köylü) Kurtuluş Savaşı’nın Yetim Çocuklarını Yetiştiren Okulundan Bir Görüntü ( En solda, ayakta). Cumhuriyet “kimsesizlerin kimsesi”ydi…
Araştırmacı-Tarihçi ÖZGÜR KARSLI
Yorumlar
Kalan Karakter: