Bugünden itibaren yeni bir yazı dizisini okurlarımızla paylaşacağız. Yazı dizimizde 1952 yılında Turgutlu’da doğan ve halen Londra’da ikamet eden Ali Rıza Aksoy’un anıları yer alacak. Ali Rıza Aksoy’un hem anlattıkları hem de anlatımı bizleri 1950’lerin, 1960’ların Turgutlu’sunda bir gezintiye çıkaracak. Yazı dizimizin ilk bölümü Kasaba ve Sokağımız ile Oyunlar ve Kepçecik başlıklı anılardan oluşuyor:
Kasaba ve Sokağımız
Yerlisinin verdiği adla Kasaba, diğer adıyla Turgutlu, Ege bölgesinde, güneydeki Bozdağlardan Gediz Nehri’ne doğru meyilli bir bitek ovada, yeşiller içinde şirin bir ilçe. Cadde ve sokaklarında karşılıklı çınar, akasya, çitlembik ve bazen de iğde ağaçları uzanır giderdi. Yapraklarını toplayıp ipek böcekleri ve ipek kozaları yetiştirdiğimiz dut ağaçları vardı ki, karası beyazıyla doyumsuz tat veren meyveleriyle…
Kasaba’nın kuzeyinde, Çal Dağları yükselir ve yine zeytinlikler, meyve bahçeleri, bağlar ve tarlalar tatlı bir meyille Gediz Nehri’ne doğru uzanır. Doğa tüm canlılara cömerttir; insanoğlu bu sulak yörede bir eker, yüz toplar yüz yıllardır. Kuşu kurdu, börtü böceği ve her türlü bitkisi, ağacıyla uyumlu bir denge halinde görevini yerine getirirdi. Tadını çıkarırdılar yaşamın bu yeryüzü cennetinde.
Her ürünün hasadında konu komşu, dost akraba unutulmazdı. Karpuz mu toplandı Coşkun’un bostanından? Bir araba dolusu karpuz ayrılır; tüm tanıdıklara, aile nüfusuna göre gayet doğal bir tavırla dağıtılırdı. Aynı şekilde şeftali, badem, ayva, nar mevsimine göre bağ bahçe sahiplerince bir miktar çevredekilere sunulur; daha sonra satılırdı kalanlar tüccarlara, pazarcılara.
Evlerin teraslarında, damlarda salçalık domates, biber tepsileri güneşin sıcak öpücüklerine sergilenir; hep birlikte imece usulü ev ev sırayla kuru üzüm ayıklanır; kışlık tarhana, yufka hazırlanırdı. Hele o yufkalar hazırlanırken biz çocuklara ikram edilen o maydanozlu, çökelekli gözlemeler…
Hiçbir ürün uzaklardan gelmezdi her pazartesi kurulan pazara. Dev sazan balıkları aha şuradaki Mermere Gölü’nden; palamutlar, torikler İzmir’den; sadeyağ, tereyağı ve peynir, aynı sebze ve meyveler gibi çevre köylerden yani birinci elden gelirdi. Getiren köylüler ve pazarcılar kasabamızın meşhur Balkan köftecilerine uğramadan, tuhafiyeciler çarşısından alışveriş etmeden dönmezlerdi. Sakin ve dingin bir döngü yaşanır giderdi bu bereketli topraklarda.
Ben de bu ortamda, ellili yıllar ve altmışlı yılların başlarında yaşadım çocukluğumu. Şöyle bir düşününce, Yahudi kuru üzüm tüccarları, Giritliler ve Balkanlardan gelenler dâhil, çeşitli ulus ve kültürlerden insanların da ekonomik rahatlığın verdiği göreceli bir denge içinde yaşayıp gittiklerini anımsıyorum.
Eee, biz de Balkan göçmeniyiz. 1878 Rus Harbi sıralarında Makedonya- Bulgaristan sınırında bir kasabadan Selanik’e geçen dedemle anneannemin babaları, daha sonra Ege’nin bu güzel ilçesinde buluvermişler kendilerini. Dedem ve anneannem burada doğmuşlar ve evlenip hayat denilen kavgaya katılmışlar.
Dedemler önce bir köfteci dükkânı açmışlar, “yumruk kadar köfteler yapıp tereyağında, mis kokulu domates ve biberlerle pişirip ikram ederdik müşterilere” derdi dedem. Sonraları bağ bahçe işine başlamışlar, kardeşleriyle.
Herkes birbirinden ya lakabıyla ya da geldiği şehirle bahsederdi. Karaferyeli İsmail, Yenişehirli (Novopoli) Osman, Boşnakların Hatçe, Molla Abla, Pirlepeli Muharrem denmeden kimin kim olduğu anlaşılmazdı kolay kolay.
Altı çocuklarının dünyaya geldiği ve biz torunların da cihana zuhur ettiği iki yatak odalı kerpiç evin kapısı seksen metrelik bir sokağa açılırdı. Özbek Sokak, sayısı seksene yakın kızlı erkekli çocuğun bağrışıp oynadığı cıvıl cıvıl bir çocuk bahçesiydi sanki.
***
Oyunlar Ve Kepçecik
Bir köşesinde evcilik oynanırken, öbür uçta Fener’le Galatasaray’ın maçı vardı, tezahüratla. GS mi gol attı hadi bakalım, “re re re ra ra ra gassay gassay cim bom bom”. Fener attı mı bu defa “ya Mustafa ya mikro Mustafa, kornerden atıyor ya kerata, Naci’yi geçmek o biraz zor, sen Lefter’i Macarlara sor…” diye uzar giderdi. Beşiktaşlılar durur mu? Onlar da “İstanbul’da Dikili Taş Kartal Beşiktaş” diye başlarlardı tezahürata. Maçlarımız ta Manavların Fatma Teyze’nin camlarının tozlandığını fark edip topa el koyana, ya da Arnavutların Kara Ayşe’sinin kale görevi gören duvarının badanasının döküldüğünü fark edip topu kesmesine kadar sürerdi.
Topumuz mu kesildi? Hadi canım, çocuklara başka oyun mu yok? Mevsimine göre çelik çomak, yağ satarım bal satarım… Çember çevirme, tel araba, dut ağaçlarından karadutla el yüz boyama… Hele eylül başı olmasına rağmen yağmurlar gecikmişse “Kepçecik”.
“Kepçecik” hem eğlenceli, hem de kazançlı bir oyun olurdu bizler için. Aslında yağmuru çağıran geleneksel bir ritüeldi. İrice bir erkek çocuğun tepesine bir bakır tepsi konulur, onun üstüne bir çarşaf atılır, o kepçecik olurdu. Önce herkesin kapısı çalınır ve “kepçeciğin geleceği, bol yağmur getirmesi için sizin de selamınızı ve rızanızı isteyeceği” bir bir duyurulurdu. Hadi bakalım tüm çocuklar sokağın başında, Kepçecik rolünü üstlenen çocuğun peşine takılırdık ve başlardık şarkıya:
- Kepçecik ne gerek?
- Su gerek?
- Gökten yağmur,
- Yerden bereket,
- Amiiin
nidalarıyla kapılar çalınırdı. Tabi ki evlerde herkes de hazırlıklıydı. Onlar da koroya katılır ve maşrapalardaki hazır suları kepçecikin tepesine boşaltırlarken, çocuk başındaki tepsiyi sallar, sular sağa sola yağmur gibi sıçrardı ve bereket olarak da çocukların uzattıkları sepetlere kuru üzüm, kuru dut, badem ve ceviz içi, varsa kurabiyeler koyulurdu. Sonra geniş bir avlusu olan bir evde yer sofraları kurulur; o toplanan çerezler, bazen tavuklu pilav eşliğinde bağırış çığırış neşeyle yenilirdi.
Daha sonra doğa “kepçecik”i kırmaz; pek gecikmeden, birkaç gün içinde, çorak Çal Dağlarının üzerinden kara bulutlar belirir, pek yeşil olmadığından mı nedir orada pek takılmazlardı. Yeşil yağmuru çeker derler ya, şehrin üzerinden geçip ormanlık yeşil Bozdağlara, Gökkaya, Avşar köylerine doğru giderken tüm bereketini şehre ve çevreleyen ovaya, bağlara ve tarlalara ve Bozdağlara bırakıverirdi.
Çiftçinin yüzü güler ve yağmur suları, Irlamaz Çayı’nı doldurur ve Karpuz Kaldıran Parkı’ndan da gür bir pınar olarak yeryüzüne çıkardı. Gerçekten de, Karpuz Kaldıran Parkı’nda fışkıran suyun üstüne bir karpuz dikkatli bir şekilde konduğunda, o karpuzu bir süre o gür pınarın üstünde hoplatan buz gibi kar suyu, şehrin içinde kıvrılarak akan Leylek Çayı’nı oluştururdu. Sonra, o çay şehrin dışına çıkar ve köpürerek bahçe bağları sulayan, hemen tren yolunun ötesinde akmakta olan Gediz Nehri’ne karışıverirdi.
Yayına hazırlayan: Mehmet Gökyayla
Fotoğraf: Doğan Çizmeci Arşivi
Yorumlar 1
Kalan Karakter: