Eski iki tekerlekliler
Ali ŞEntürk'ün kaleminden Kasaba
ESKİDEN Kasaba’nın sokaklarında düdük çalan, rahat uyumamızı sağlayan bekçiler vardı. Eskiden evlerimizin arkasında bahçelerimiz vardı, bizim oyun yerimiz, büyüklerin akşam sefalıkları. Eskiden iki tekerlekli at arabaları vardı, arkasından koştuğumuz, kırbaç şakırdayınca kaçtığımız. Kasaba’da eskiden denince neler gelmez ki insanın aklına; Eski garaj ve eski garajda eski otobüsler. Orta Park ve etrafına dizilmiş yazlık sinemalar.
Eski Demirciler Çarşısı, örsler altıda şekillenen el yapımı arabaların çemberleri, tekerleri, dingilleri, okları. Dün çarşının arka sokağında iki tekerlekli eski bir at arabasına rastladım. Okşadım onu, el sürdüm yıllanmış tahtasına. Paslanmış binek demirine dokundum. Kendimi bir an uzun yılların ötesinde, arabacı Hüsnü Amcanın yanında, dizginler ellerimde, Irlamaz çayında buldum. Çocukluk yıllarımızda atlara dokunmak, taşların üzerinde kalgıyan kasaya tutunup sallanmak yalın hülyalarımızdandı. O tarihlerde Turgutlu’da arabacı âlemi Kemer Mustafa’dan sorulurdu. Mustafa Efendi, iki tekerlilerin atlarını çıkarır sünnet çocuklarını gezdirirdi. Bu atların sırtına ipekli örtü, boynuna havlu bağlanınca havasından yanına varılmazdı. Ya da bana öyle gelirdi. Arabacı Ekrem Erbilge (Çıyan),Taşçıların Mehmet, Ürkek Ahmet, Arabacı Hayri, İbrahim Toksoy ve daha nicelerinin “Deehh” diye nara atıp kırbaç şakırdatmaları ruhları önden giden sevdaların siyah beyaz fotoğraflarında kaldı.
Kasaba’nın iki tekerlekli at arabaları, kısa kasalı arkası açılır kapaklı taşıma rüzgârıydılar. Arabacı kasanın sol kundağına otururdu. Sağ köşede de yem torbası dururdu. Hayıt dalına bağlı meşin kırbaç at ile arabacı arasında üstünlük bağıydı. O yıllarda her köşe başındaki çeşmelerin ıslattığı esrik yollardan sık sık araçlar geçmezdi. Uzun burunlu otobüslerin, sokakların fiyakasına bozduğu yıllarda Kasaba’nın şehir içi nakliyesine ya hamallar yapardı ya da bu iki tekerlekli at arabaları yapardı. Onların sokağa girişleri ta uzaklardan işitilir, atların taşlara çarpan nal sesleri bizlerde derin hazlar bırakırdı. Onlar şimdiki taksi durakları gibi belli köşelerde dururlardı atları ve arabalarıyla birlikte.
Gün olur, Sevinç Parkı’nın kuytu köşelerinde saklanırlar, gün olur Üzümcüler Çarşısı’nın sokaklarında demlenirlerdi. İş olana koşarlardı. Bizim çocukluk yıllarımızda o atlara dokunmak, taşların üzerinde kalgıyan kasayı tutunup sallanmak vaz geçilmez yalın hülyalarımızdı. Nif Çayı’ndan kum mu taşınacak, keresteci Bahri’den kalaslar mı gelecek imdada hep bu iki tekerlekli süvariler yetişirdi. Trenin ambarından aldıkları malı manifaturacıya, Ahmet Ağa’nın ununu eve, Mehmet Efendi’nin pazar torbasını kapıya kadar getirirlerdi. Kasaba’nın bu iki tekerlekli at arabaları ve onların atlı süvarileri öylesine dillere destan ve ünlüdürler ki, her savaşta önce onların atlarına el konulur sonra iki tekerleklilerine göz dikilirmiş. O atlar gün olmuş Galiçya’ya gitmiş gün olmuş Kocatepe’ye. Kasabalı ustaların mahir ellerinden çıkan iki tekerlekliler ise önce Çanakkale’de ardından da Kurtuluş Savaşı’nda top arabası olarak kullanılmış.
Artık Kasaba’da ne o geniş avlulu kerpiç evler kaldı ne de Arnavut kaldırımlı sokaklar. İki tekerlekli at arabaları artık yok olup gittiler. Hepsi silik fotoğraflarda ve anılarda kaldı. Sözün kısası Nafi Dede, hüzzam faslında eskimiş tellerini eski anılarla tıngırdatırken, bizde anılarda kalan eski kırıntıları ya da Kasaba’nın tozlu raflarında yer alan eski anıları birazcık tıngırtalım dedik. Ali Şentürk