
Hocam merhaba, öncelikle bizimle röportaj yapmayı kabul edip bizlere ve sevgili okurlarımıza sizi daha iyi tanıma fırsatını verdiğiniz için minnettarız. Kuşkusuz diğer röportajlarımızda olduğu gibi bu röportajımızın gidişatını da anılar belirleyecek. Bizim soracağımız sorular röportajın yönünü tayin etmekten çok ayrıntıları öğrenmek için olacak. Müsaade ederseniz ilk sorumuzu sorarak röportajımıza başlayalım.
Ayhan hocam, Sâmiha Ayverdi Hanımefendi ile tanışmadan önceki hayatınızdan bahseder misiniz? Okul hayatınız, evliliğiniz, görevleriniz…
Ben ressam olacaktım. İmtihanı kazanıp İstanbul Yıldız’da bir mektebe girdik. Mektebin adı Resim Müzik Semineri’ydi. Sene 1947’dir. Biz mektepte beş yıl okuyacaktık. O zamanki maarif vekili Reşat Şemsettin Sirer bizim mektebi açtıktan sonra Sivas’ta bir kaza sonucunda vefat etti, Allah rahmet eylesin. Biz o sene birinci sınıfı okuduk, ikinci sınıfa geçtik ve eve Turgutlu’ya geldik.
Yazı geçirdik, ders vakti geldi ve İstanbula döndük. Fakat yeni maarif vekili Tahsin Bangaoğlu’nun emriyle mektebin kapandığını öğrendik. Danışmaya gittik, sorduk. İsterseniz Bolu’da bir muallim mektebi var, erkekler oraya gidebilir. Edirne’de ve Antalya’da birer muallim mektebi var, onlar da oralara gidebilirler, dediler. Şaşırdık kaldık. Ben dönemezdim geriye, mümkün değildi. Çünkü babama ters davranmıştım. O beni göndermeyecekti. Şimdiye ayakkabıcı olacaktım. Fakat ben etraftan para bulup kaçtım, İstanbul’a gittim. Durum böyle olunca mecburen öğretmen okuluna gittim. Öğretmen okuluna ikinci sınıftan başladım. 1949’da mektebi bitirdim. İlk mektep öğretmeni olarak bizi tayin ettiler. Ben Ağrı - Karaköse’ye gittim. Giderken de babama nişan et beni, evleneceğim dedim. Kimi istiyorsun, namzedin var mı, dedi. Var dedim, söyledim. O benim amcamın kızı olur mu hiç öyle şey, dedi. Olmazsa beni de yok bilin artık, dedim. Kabul ettiler. Nişanlandık. Ben Karaköse’ye gittim. Sonra askerliğim çıktı. Döndüm geldim. Evlendim Burdur’a gittik.
Evladım, biz bu kapıya gelmezden evvel bir Uşşakî tarikatının dervişleriydik. Eşimin annesi meğer Uşşakî tarikatının dervişlerindenmiş. Teyzen de dergâhta doğmuş. Onun dervişliği bizden daha eski. Efendi ise Çanakkale Muharebeleri’ne katılmış bir yüzbaşı. Terhis olduktan sonra vekâleten öğretmenlik istemiş, vermişler. Ben o dergâhın dervişleri olduklarını bilmiyordum. Sonradan öğrendim. Bizim yolumuzun düşmanı çoktur, cami ehli arasında. Her türlü lafı söylediler. O adam zındıktır, o adam mum söndürüyor dergâhta, falan filan… Çirkin sözler söylediler. Bunlar da benim kanıma dokundu. Bir gün evde kavgasını yaptık, ertesi gün de kapısına dayandım. Kimsin, necisin… Benim ailem senin yanında ne arıyor. Tabi etraftan duyduklarımla… Araştırma yapmadan dayandım adamın kapısına. Ertesi gece bir daha gittim. Zikrediyorlarmış, bana da yer ayırdılar halkada, oturdum. La ilahe illallah diyorlardı. Ben de onlara katıldım. Zikirler, vesaireler benim hoşuma gitti. Ben de katıldım aralarına. Fakat annemle babam benim derviş olmamı istemiyorlardı. Hatta annem ters konuştu. Eğer sen de onların girdiği yere girersen sana sütümü helal etmem dedi. Rahmetli annem böyle söyledi. Korktum ama genliğin verdiği heyecanlarla girdik. Neticede Efendi, altı ay beni imtihan ettikten sonra dergâhta yaptığı bir merasimle dervişliğe kabul ettiler. Ve ben de Uşşakî dervişi oldum. Artık aynı yere kayınvalidem ailem ve ben, üçümüz beraber gidiyorduk. On sene kadar Kendisinin terbiyesinde kaldım. 1968 senesinde vefat ettiler, ruhları şâd olsun. Tasavvufî bakımdan, edep erkan bakımından, elimde neyim varsa ben hepsini o Efendiden aldım, o da beni bağrına bastı.
İsimleri hatırınızda mıdır Hocam?
Deniz Çarkçı Yüzbaşı Arif Eren.
Artık mesut idik… Girdiğimiz yolu biliyorduk, söylenenlerin yanlış olduğunu anladık. Kendileri ahrete doğduğu zaman, dünya başıma yıkılır gibi oldu, yapayalnız kaldım. Dervişler arasında ihtilaf çıktı. Kim geçecek başımıza, diye. Beni namzet gösterdiler. Kabul edemezdim ve etmedim. Ama yalnızlık beni öldürüyordu. Turgutlu Lisesi’nde hocaydım o zamanlar. Kemal Aren ile beraber çalışıyorduk. Benim acayip hallerimden pirelenmiş Kemal, ne oluyorsun sen, nedir bu sıkıntın, diye sordu. Dışıma vurmuş herhalde. Anlattım her şeyi, gel bize dedi.
Kemal aldı beni, 1969 senesinde Sâmiha Annemle tanıştırdı. Kendileri evladım, dediler. Kemal daha önce sormuş, Ayhan diye bir arkadaşım var Uşşakî dervişi imiş, ancak Efendisi hakka yürüdükten sonra bir takım düşüncelerle orta yerde kalmış. Korkusu, acaba hakka yürüyen Efendisi başka bir Efendi’ye giderse gücenir mi, şeklide. İçinde bir sorgu, bir soru işareti var, bunun tesirinden kurtulamıyor, demiş. Sâmiha Annem demiş ki; Kemal, bir zamanlar benim Efendime böyle bir müracaat vâkî olmuştu, gençliğinde. Bir zat da aynı durumda imiş, Efendisi vefat edince, başka birine intisap ederse Efendisi gücenir mi diye sıkıntılar içerisindeymiş. Böyle bir mektup gelmiş Efendime, demiş. Ben o mektubu bulayım, okuyalım, notlar al ve arkadaşına yaz, demiş Sâmiha Annem. Kabul ederse tabii gelsin, bizim kapımız herkese açık, demişler. Kemal mektubu bana getirdi. 1968’in 7 Temmuz’unda gitmişti İstanbul’a. Döndüğünde, bu mektubu sana Sâmiha Annem gönderdi, dedi. Mektubun bir yerinde, Efendim o müracaat eden adama şöyle buyurdukları yazıyordu; bir ayet vardır, lâ nüferriku beyne ehadin min rüsulih, Efendiler arasında fark yoktur, onlar hep aynı şeyi söylerler aynı noktaya parmak basarlar. Benim Efendim de öyle söylerdi, Arif Eren. Onlar sizin amcanızdır. Biz onlarla kardeşiz. Zaman zaman onlara gidin, ellerinden öpün, onlardan da feyz alırsınız, derdi, benim Efendimin de müsaadesi vardı. Aynı şeyi Sâmiha Annemin Efendisi Ken’an Rifâî Hazretleri de buyurmuşlar mektuplarında. Bu mektubu Kemal bana verdiğinde içim serinledi. Gittik Sâmiha Annemin yanına, hoş karşıladılar beni, ruhları şâd olsun. Mektubu okudunuz mu diye sordular. Okudum, içim ferahladı, dedim. Sen de bizim evladımızsın, dediler ve 1969 senesinde evlatlığa kabul olunduk. Girişimiz böyle oldu. Sık sık gittik geldik İstanbul’a yıllarca.
Hocam müsaade ederseniz tekrar geri dönelim ve sizin musiki hayatınızın nasıl başladığını öğrenelim. Mehter takımını nasıl kurduğunuzu, hatıralarınızı soralım size. İlk musiki eğitiminizi kimden almıştınız hocam?
Resim ve Müzik Semineri mektebinde yardımcı branş olarak resimcilere müzik dersleri aldım. İstiklal Marşı bestekârı Zeki Bey, Zeki Üngör, II. Mahmut zamanında Saray’da şefti. Osmanlı’dan sonra, Cumhuriyet Hükümeti kurulunca, tabii Reis-i Cumhur’un bir orkestrası olması icap eder, Zeki bey bu orkestranın başına geçmesi için Saray’dan Ankara’ya götürüldü. Bu sefer Riyaset-i Cumhur Senfoni Orkestrası Şefi oldu. Sene 1923’tür. Benim doğumum 1930. kayıtlarla 1931 diye geçer ama rahmetli annem bir sene sonra nüfusa alındığımı söylediği için asıl doğum yılım 1931’dir. Zeki Bey’in oğlu var, Ekrem Zeki. Baba oğul iyi geçinemiyorlar, babası Üngör soyadını alırken, Ekrem Zeki de Ün soyadını almıştır. Ekrem Zeki Ün benim keman hocamdı.
Müzik eğitimi batı değil mi hocam?
Evet batı. Maalesef… Türk müziği yok, kavgalı. 1976’ya kadar Türkiye’de Türk müziği kavgalı… Resmin böyle bir sıkıntısı yok, batısı doğusu yok. Güzel Sanatlar Akademisi’nin resim hocaları, Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nun kültür hocaları bize derse geliyorlardı. Mükemmel yetişiyorduk. Bir sene içersinde dört – beş senelik sıkıştırılmış eğitim gibi birçok şey öğrendik.
Siz öğretmen olarak mezun olduktan sonra musikiyi nasıl devam ettirdiniz hocam?
Çok gayret ettim. Ekrem Zeki beni bayağı zorlardı. Kemanın sapıyla karnımı dürterdi, öt öt, derdi. Şarkı da söylememi isterdi. Mezun olduktan sonra, bir sene Ağrı’da hocalık yaptım, sonra askerliğim çıktı Erzincan’da subaylık yaptım, oradan kuraları çektik bana Burdur düştü, önce ben gittim sonra geldim Turgutlu’ya düğün yaptık, aldım teyzeni gedik Burdur’a. Musiki devam ediyor. Bir gün Ankara’da ikinci veya üçüncü Maarif Şûrası yapılacaktı. Mektep müdürümüz şûraya katıldı. Beni de yerine vekil tayin etti. Bir ara Ankara’ya gittim. Hem mektep müdürünü görmeye hem de ihtiyacım olan bazı şeyleri almaya gittim. İçime bir ud sevdası düştü. Annem rahmetli ud çalardı. O sevgi de ondan ötürü gelmiş bana. Bir nota buldum. Kanunî Hacı Arif Bey’in Sultaniyegâh Peşrevi. Asker olduğum zaman 7.5 liraya bir ud almıştım. O ud da yanımdaydı. Bir yandan da eski yazı çalışıyorum. Bakın ben üniversiteye gitmedim. Benin hocam yok, hiç bir şeyim yok, ne yaptımsa kendi başıma yaptım. Şunu söylemek istiyorum; gecemi gündüzüme kattım, hepsini çalışarak elde edebildim. Gayet güzel eski yazı yazarım, Kur’an okurum. Zor gelmedi bana ama çok yoruldum hayatta. Bir uykusuzluk halim de vardır benim. Ondan da istifade ettim. Her şeyi yaptım.
Hocam geldik 1964 senesine. Mehteranın kuruluşuna. Türkiye’nin ilk esnaf mehterini kurdunuz. Nasıl gerçekleşti hocam?
Biz mektepte batı eğitimi aldık. Türk Musikisi eğitimi alacak yerim yok, hocam yok. Askerdim, Ankara’da. Udu Ankara’da almıştım. Yatağın altına saklıyordum, yakalandım. Bir üst teğmen udu görünce, sen mi çalıyorsun dedi. Çalacağım inşallah dedim. Kimden ders alıyorsun diye sordu. Arayacağım dedim. Ben sana öğreteyim dedi. Adres verdi. Ankara’da Dışkapı denen bir yer vardır, Çubuk Barajı’na giderken. Orada evi varmış. Bir cumartesi, elimde o eski udla üst teğmenin evine gittim. Evde kimse yoktu. Kışlaya geri döndüm. Özür diledi benden, işim çıktı, haftaya çalışalım dedi. Haftaya bir daha gittim. Kapı açıldı ama içeride bir sürü gürültü. Misafirleri varmış. Kusura bakma, içeride bir yığın misafir var, dedi. Haftaya yapalım dersi dedi. Bir daha döndük kışlaya. Üçüncü ve son seferde gene bulamadım. Hâsılı üst teğmen bana ders vermedi. Bir gün sokak satıcılarından Hacı Arif Bey’in o peşrevini buldum. Ama Kanunî Hacı Arif Bey, öteki Bestekâr Hacı Arif Bey değil. Aldım o notayı. 5 veya 7 kuruşa aldım, iki yaprak nota. Tam altı ayda o notayı deşifre ettim. Her gece yatmazdan evvel yarım saat, bir saat onu okurdum. Sol la si do diye… Bunları bize mektepte öğretmediler. Batı müziğinin daha değişik yöntemleri var. Kendi kendime söktüm. Altı ay sonra da terhis olduk. Ben yedek subay olarak Erzincan’a düştüm. Erzincan’da çalışmam mümkün değildi. Orada yüzbaşı vekilliği yaptım, bölük kumandanı olarak. Zaten çalışamazdım. O çalışma da öylece kaldı. Ve ben ud çalışmasını beceremedim. Bir hocam yok nasıl çalacağım. Ama nota okuyabiliyorum, usul vurabiliyorum. Kızım, Asuman, doğdu. Evde telaş, iş bölümü vesaire… Bir yandan mektep, bir yandan kendi evimin yükleri derken işi biraz geriye bıraktım. Bu sırada Burdur’dan Turgutlu’ya tayinim çıktı tekrardan. Kütüphaneci oldum. Çocuk kütüphanesi öğretmeni oldum. Bir iki köyde çalıştıktan sonra tabii... Derneği daha önce kurmuştum. 1964’te mehteri de kurdum. Fakat çalgım zayıf, deşifrem kuvvetli… Dernekte musiki tarihini de tetkik ettim. Mehteri çalıştım. 1964’te Saray’a gittim. Saray’da o zaman İsmail Hakkı Uzunçarşılı arşiv müdürüydü. Kendisine niyetimi söyledim, pek sevindi. Ben sana yardım edeyim, dedi. Beni mehterle ilgili olan odalara, yanıma birisini vererek gönderdi. Kanunî Sultan Süleyman devrinin mehterini kopya ettim. Yasaktır ama resim çekmeme müsaade ettiler. Bütün mehterle ilgili reyonları gezdim. Anlayamadığım şeyleri Uzunçarşılı’ya sordum. Ve böylece mehter hakkında mektebi bitirmiş bir talebe gibi bilgi sahibi oldum. Geldim Turgutlu’ya 1964’te mehteri kurdum. Türkiye’de cumhuriyetten sonraki ilk mehter oldu. Ondan evvel bazı denemeler olmuş fakat başarılı olamamışlar, onların hikâyeleri de var. Çok alaka gösterdiler, bilgim de yerindeydi. Bir sene sonra 1965’te 23 Nisan’da mehteri çıkardım. Benim kurduğum mehter esnaf mehteriydi. Pabuççusu, demircisi, marangozu, fırıncısı, bakkalı, derken hepsi çelik gibi adamlardı. Yüz kişilik bir mehter kurdum. Etraftan yardım da gördük, para yağıyordu. Takım taklavatı da tamamladık. Ulvi Erguner, Allah rahmet eylesin, babası Süleyman Erguner, “Ömrün Şu Biten Neşvesi Tâm Olsun Erenler”, Dede Süleyman Erguner’indir. Ulvi Bey, o zamanlar İstanbul Radyosu müdürüydü. Çocukları daha küçüklerdi, ney üflerlerdi. Necip Fazıl Bey ile beraber biz İstanbul kurtuluşlarına her sene iştirak ederdik. Mehteri her sene götürürdüm İstanbul’a. Ulvi Bey bana dedi ki; Ayhan, elimde 300 e yakın lanse edilmemiş eser var. Bunları sana vereceğim dedi. Ömrü vefa etmedi Ulvi Bey’in ve notalar bana intikal edemedi. Ama oğlu Süleyman Erguner’de var.
Mehteri kurduk. Ben mehter başı olarak, elimde kılıç ayağımda çizmelerle gezdik durduk. Birçok yere gittik. Avustralya’ya davet ettiler maarif vekâleti izin vermedi. Siz öğretmensiniz yeriniz ne olacak, dediler, gidemedik. Almanya’ya davet edildik, gidemedik. Memuriyet bazı yerlerde aksi tesir yapıyor. Mehterin kuruluşu da böyle….
Kütüphaneci öğretmenken kendimi aşmak istedim. Ben ilk mektep öğretmeni olmak istemiyorum, dedim. Karar verdim, 1964 senesinde Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nde lise fark derslerini verdim. Musikiden de kemanla intihana girdim. Ve ben ilk mektep öğretmenliğinden sıyrıldım, orta tedrisata hoca oldum. Mehter yüzünden çok rahatsız edildim. Çocuklarımı mekteplerden geçirtmediler. Kaymakamla, garnizon komutanıyla, mektep müdürleriyle kavgalı bir insan oldum, Turgutlu’da. Dernekte konserler vasıtasıyla halka hitap ettiğim zaman sevgili, saygılı bir hocaydım. Mehteri kurduktan sonra işler değişti. Kimse beğenmedi, gerici olarak gösterildim. Mürteci dediler. Bayrak sevgisi olmayan insan dediler. Türk Bayrağı’nı başa koymuyordum, başta geçirtmiyordum. Onun da bir sebebi var tabii. Hiçbir ordu birliğinde, resm-i geçitlerde, önlerinde Türk Bayrağı geçmez. Uzun bir çomağın ucuna üçgen biçiminde, birliğine göre ayrı renkte, bir flama geçirtirler, o kadar. 1874 senesinde Sultan Abdülmecit Han zamanında, o zamana kadar yalnız hilal vardı bayraklarda, üç hilal vardı. Hilalin ortasına yıldız kondu, 1874’te. Ben bu günkü Türk Bayrağı’nı koyarsam, hem tarihe saygısızlık olacak, hem de acayip bir şey olacaktı. Garnizon kumandanıyla bu sebepten dolayı kavga ettik. Dedim ki; lütfen genelkurmaya telefon ediniz, sorunuz, 23 Nisan yeni geçti İzmir Hava Kuvvetleri’nin gösteri takımının başında Türk Bayrağı var mıydı, Yok muydu? Elimizde resimler var vesika olarak. Evime taşlar attılar, arkamdan silahla kovaladılar… Sevilmeyen bir insan oldum. Mehterin çilelerini çok çektim.
Daha sonra gene kendimi aşmak istedim. Tekrardan imtihana girdim. Yüksek öğretime geçmek istiyordum. Halil Can Beyefendi, Türkiye’nin meşhur imamı, Yer altı Camii imamı Ali Üsküdarî Beyefendi, Ankara İlahiyat’tan İsmail Baha Sürelsan, Mehmet Hatipoğlu’nun bulunduğu jürinin önünde imtihan verdim. Yüksek öğretime geçtim. Beni İzmir’e verdiler.
Hocam, imtihana kemanla mı girdiniz udla mı?
Udla girdim ama canıma okudular benim. Ud gider mi o imtihana. Bu olmaz dediler. Ya piyano olacak, ya viyolonsel, ya da keman olacak, dediler. Yusuf Nalkesen’le beraber girdiydik o sene imtihana. O kazanamadı. O sekizinci defa giriyordu beraber girişimizde. Daha sonra şansı açıldı bestekâr oldu. Ben bir kasaba çocuğuyum, nereden hoca bulayım da sizin istediğiniz gibi yetişeyim, bana birilerini tavsiye edin, dedim. Dediler ki, İzmir Radyosunda ikinci keman, konservatuarda birinci keman olan Madam Marta isimli Alman asıllı bir Macar Yahudi’si var, onu bulun ve ondan ders alın, dediler. Ben haftada iki defa, elimde kemanla Turgutlu’dan İzmir’e gidiyordum. Bir ders 40 lira idi. Para bozuk olacak, geldiğinde piyanonun üzerine koyacaksın, dedi Madam. Kabul ettik, Haziran’dan Eylül’e üç ay kadından ders aldım. Hayatımda ilk defa bir hocaya para vererek ders aldım. Kemanda ustalıkla parmaklarımı kullanabileceğim bir takım pozisyonlar öğrendim. Sonra da iki tane takdim parçası öğrendim. Mozart’ın iki tane eseri. Onları çalıştık bütün yaz. İmtihanı kazandıktan sonra teyzenle Madam Marta’yı ziyarete gittik ve teşekkür ettik. Daha sonra çalışmalara İzmir’de bir başladık, 1995’e kadar.
Hocam, yıllarca birçok öğrenci yetiştirdiniz.
Her şeyi hizmet için yaptım.
İlk öğrencileriniz kimlerdi hocam?
Ali Vefâ, Azizcan, tanımadığın birkaç kişi daha… İlk demeyeyim de hemen ikinci kuşaktı bunlar. Hepsi güzel yetiştiler. Benim musiki öğreticiliğim iyiydi. Doluydum yani. Sonra kuşaklar birbirini takip etti. 1995’te buradan ayrıldım.
Süleyman Demirel Üniversitesi Türkiye’nin ilk din musikisi profesörü olarak Isparta’ya çağırıyor 1995 senesinde ve Isparta yılları başlıyor… Isparta anılarınızı anlatır mısınız hocam?
Hasan Gürbüz, rektör, fazla üzerimde durdu. İncelemiş beni ve bu adamı buraya alalım demiş. Haber gönderdiler. Önce beni Burdur Eğitim Fakültesine aldılar, orada bana batı müziği hocalığı yaptıracaklardı. Baktım olacak gibi değil, Nazik Hoca’ya haber ettim. Beni buradan almalarını sağlayın, ben ilahiyatta çalışmak istiyorum, dedim. Nazik Hoca da rektöre ulaşmış. Hasan Gürbüz Bey’de derhal hazırlığını yapsın, jürilere girsin çıksın ve biz derhal onu profesör olarak atayalım, demiş. Ben de Alâeddin Yavaşça, Nevzat Atlı, Selahaddin İçli ve İsmail Yakıt’ın jüriliğinde profesörlüğümü aldım. Hemen haftasına tayinimi yetiştirdiler. 1996 yılının Ocak 12’sinde. Orada da Yakıt’la iyi anlaştık. Ben mehter kuracağım, dedim. Orada da başladık mehtere. Bir sene içerisinde orası da meyve verdi. Isparta benim ihtiyarlık zamanıma denk geldi. Siz gençliğime denk gelecektiniz ki…
Sizi daha fazla yormayalım ve röportajımızı burada nihayetlendirelim. Çok teşekkür ederiz hocam. Bu anlattıklarınızdan, okuyanlar sadece Ayhan Hoca’yı değil, onun tanıdığı güzel insanları da, onun yaşadığı Türkiye’yi de tanıyacaklar. Allah razı olsun hocam, eyvallah.
Ayhan Hoca ile geçirdiğimiz onca güzel yıl için, bizlere öğrettikleri milyonlarca bilgi için kendisine öğrencileri olarak minnettarız. Biz, inanıyorum ki, kendisinden sadece musiki öğrenmedik, iyi giyinmeyi, güzel konuşmayı, insanlara güzel davranmayı, sabretmeyi, küçücük talebelerin onlarca yaramazlıklarına rağmen onlara dayanabilmeyi, birilerine bir şeyler öğretmenin ne kadar güzel, ne kadar etkili olabileceğini hep Ayhan Hoca’da gördük, Ayhan Hoca’dan öğrendik. Bizler için sarf ettiği emeklerinden dolayı kendisine çok teşekkür ediyoruz. Allah biz öğrencilerine kendisine layık evlat olabilmeyi, kendisinin bizlere öğrettiği şekilde, yapacağımız hizmeti para karşılığında değil de Allah rızası için yapabilmeyi nasip etsin. Allah Ayhan Hoca’mıza sağlıklı uzun ömürler versin. Bizi ondan ayırmasın efendim.
Yorumlar
Kalan Karakter: