YAĞMUR BEKLERKEN YA DA KASABADA SİYASET
Bir ülkenin tarihinin yerelden yola çıkılarak daha sağlıklı bir şekilde yazılabileceğini ve anlaşılabileceğini düşünüyorum. Bu fikir, başlangıçta yadırgatıcı gelebilir. Ancak bahsettiğim tarih anlayışının savaşlar ve barışlar, yöneticilerin kahramanlıkları veya fetihlerle mağlubiyetlerden ziyade köy ya da kasabalardaki insanların nasıl ve neler yaşadığıyla daha çok ilgilendiğini belirtirsem öyle sanıyorum ki konu açıklığa kavuşacaktır. Dolayısıyla yerelden kaynaklanan veriler, ülke yahut bölge genelinden bütüncül bir yaklaşımla toplanabilirse hakikate en yakın sonuca ulaşmak mümkün olacaktır.
Hakikat değil de, ‘hakikate en yakın sonuç’ demem maksatlı elbette. Tarih dediğimiz disiplinin ortaya koyduğu sonuçların büyük bölümü, gerçeğe en yakın olabilecek veyahut bir başka ifadeyle tarihçinin gerçeğe en yakın olduğunu düşündüğü önermelerdir. Örneğin II. Viyana Kuşatması’nın tarihi kesin olarak bellidir ama kuşatmaya katılan Osmanlı ordusundaki askerlerin yaşadıkları, zafere ulaşamadan Payitaht’a dönen birliklerin nasıl karşılandığı, kuşatılan kentte o günlerde duyulan tedirginlik, korku gibi hususlar, asla tam anlamıyla bilinemez. Bunlar ancak tarihçinin eldeki veri ve bilgileri akıl süzgecinden geçirip belirli kurallara göre kaleme almasıyla, bir yere kadar da yorumlamasıyla ortaya çıkarılabilir. Fakat tekrar edelim; ortaya çıkarılan şey, hakikate en yakın olduğu düşünülen yorumdur sadece.
Buraya kadar anlattıklarımız, yakın tarih için de geçerlidir. Mesela İkinci Dünya Savaşı yıllarında İzmir özelinde alınan tedbirleri, belediyenin kararlarını, devletin planlamalarını resmî belgelerden bulabiliriz. Halkın yaşadığı sıkıntılar ise ancak kısmen gazetelere yansıyan haberlerden görülebilir. Burada sözlü tarih verileri devreye girecektir ya da dönemi anlatan başarılı bir edebî eser okuyucuya o günleri birçok yönüyle yaşatacaktır.
Bütün bunları üst üste koyunca Tarık Buğra geliyor aklıma ister istemez. Tarık Buğra ve onun kasaba ortamında geçen romanları… Küçük Ağa da böyledir, Dönemeçte de böyledir, Yağmur Beklerken de böyledir. Beşir Ayvazoğlu’na göre, “kasaba, Tarık Buğra’ya göre, biyopsi için en elverişli ve gerekli hücredir.”[1] Bunun üzerine bir de Tarık Buğra’nın kendi anlatımıyla, “Roman, davalarımızın, meselelerimizin, Türkiye’mizin ve insanlarımızın, bizim, bizim dünyamızın daha etkili, daha da köklü bir yargılanışı, sergilenişidir sanıyorum.”[2] cümlesini okuyunca kasaba merkezli Tarık Bura romanlarının ne ifade ettiği, daha bir açıklıkla anlaşılacaktır.
Yukarıda saydığım Küçük Ağa, Dönemeçte ve Yağmur Beklerken gibi romanların içerisinde sonuncusunun benim için ayrı bir yeri vardır. Yanlış anlaşılmasın, her üç romanı da çok beğenerek birkaç kez okudum ama Yağmur Beklerken’in bir özelliği beni ayrıca etkilemiştir. Roman, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu ve bu partinin katıldığı tek seçim ile hemen sonrasından gelen günleri anlatmaktadır. Avukat Rahmi ve kasabanın belirli bir zümresinin çevresinde yaşanan olaylar, bir taraftan siyaset, diğer taraftan da kuraklık tehdidi ekseninde aktarılmaktadır. Böylesine siyasetin hâkim olduğu bir romanda yazar, tüm taraflara aynı mesafede kalmayı başararak, hatta neredeyse zaman zaman Avukat Rahmi’nin yaptığı gibi siyaseti umursamayarak insanı odağına almış durumdadır. Zaten romanın sonunda da bir anlamda herkes başladığı yere geri dönmüş olacaktır. Ancak birkaç aylık ‘fırkacılık’ döneminde birçok kişi en yakınlarını kırmış; kardeşler birbirleriyle kavgalı hale gelmiştir.
Taşrada bunlar yaşanırken merkezdekilerin yani asıl üst yönetim kadrolarının ise hayatları eskisi gibi devam etmekte; üst yöneticiler herhangi bir seçim zaferi veya hezimetinden de pek etkilenmemektedirler. Tam tabiriyle söylememiz gerekirse fillerin tepişmesinden çimenler ezilmektedir. Olan en altta birbirine düşen sıradan köylülere, kasabalılara, onların birbirleriyle olan ve sürdürmekten başka bir seçeneklerinin olmadığı ilişkilerine olmaktadır.
Tarık Buğra, yazarlığının ilk günlerinden itibaren herhangi bir ideolojik kampa dâhil olmamış ancak köy gerçekçiliğinin giderek yükseldiği yıllarda bu akıma yüz vermediği için günün solcu aydınları tarafından ötekileştirilmiş bir isimdir. O günlerden itibaren de Türk sağının önemli aydınlarından birisi haline gelmiş ama herhangi bir partiye yanaşmaktan da hep uzak durmuştur. Bu açıdan bakılınca Yağmur Beklerken, yazarın kendi çizgisini roman gerçekliği ve konu edilen zaman diliminin gündemi içerisinde olabildiğince yalın ve başarıyla aktardığı bir eser olarak öne çıkmaktadır. Öte yandan bu gibi eserler, başlangıçta ifade ettiğimiz toplumsal tarih araştırmaları için de ele aldıkları dönemi yansıtmalarından dolayı resmî arşiv belgeleri kadar olmasa dahi yararlanılabilecek, en azından zamanın ruhunu aktarmasından dolayı atlanmaması gereken kaynaklar arasında yer almaktadır.