Mehmet Gökyayla
Günümüz dünyasında en çok tüketilen içeceklerden birisi de kahve olsa gerek. Bu içecek aynı zamanda dünyada petrolün ardından en yüksek ticaret hacmine sahip meta olarak öne çıkıyor. Osmanlı toplumunun 16. yüzyılda, Avrupa’nın ise biraz daha geç tanıdığı bu müstesna sıvı, tanındıktan sonra kısa sürede çok sevilmiş; hatta tüketicilerinde bir tutku, bir iptilâ halini almıştır. Bahsettiğimiz güzelim içeceğin kültürü de zamanla rakipleriyle karşılaştırılamayacak bir baskınlık kazanmıştır. Hem Doğu’nun durağan hayatı, hem de Batı’nın yüzlerce yıl önce başlayan süreçte giderek kapitalistleşen, hızlanan ve adım adım modernleşen normları, rengini bile dilimizde adını anmadan söylemenin mümkün olmadığı kahveyi bağırlarına basmaktan geri durmamıştır.
Rivayet odur ki Şeyh Ali b. Ömer eş-Şâzilî tarafından Yemen’e getirilen kahve[1], 1543’te de İstanbul’a gelir[2] ve bu nefis içeceğin yepyeni bir kültüre sahip olacağı kahvehanelerin ilki de İstanbul’da 1555’te açılır. Kahvehaneler, çok kısa bir zaman içinde kahve içmenin yanında insanların bir araya geldiği, her şeyin konuşulduğu, muhalif fısıltıların duyulduğu mekânlar olacaklardır. Yalnızca bunlar da değil; berber kahvehanededir ve hatta çoğunlukla kahveci aynı zamanda berberdir artık. Buralar okuma ve okunanı dinleme, anlatılan hikâyeler hakkında hayal kurma mekânlarıdır aynı zamanda.
Kısacası Osmanlı toplumundaki egemen unsur olan erkeklerin sosyalleşme yeridir kahvehane. İktidar aleyhinde gelişen ya da gelişebilecek olan tepkinin de ilk kaynağı olma potansiyeline sahiplerdir böylelikle.
Tüm bunları bir arada düşününce kahvenin kendisi, türleri, pişirme ve sunum şekilleri ile birlikte tüketildiği yerler de bir o kadar ilgi çekecektir. Bu durum Türkiye’de de, dünyanın geri kalanında da aralarında kimi farklılıklar olmakla birlikte böyledir. Son yıllarda küreselleşme görünümüyle Starbucks gibi zincirler, ülkemizde de yayıldı fakat Batı’daki bu tür dükkânlar ile bizdeki örneklerin derinlemesine bakıldığında tam da aynı olmadığı anlaşılıyor. Avrupa ve Amerika’da bu gibi kahveciler, geçerken uğranıp fazla oyalanılmadan kahvenin alınıp yola devam edildiği, maddî olarak çok daha kolay ulaşılabilir mekânlar iken Türkiye’de genellikle müşterilerinin en azından bir süre oturup zaman geçirdiği ve ekonomik anlamda ise orta üst ve üst sınıfa hitap eden, rahatlıkla lüks diye nitelenebilecek yerler durumuna evrildi.
Yukarıdaki örnekte çok kısaca yorumlamaya çalıştığım son beş, on yılın kahveye dair küçük bir alanı hakkında bile yüzlerce sayfalık tezler yazılabilecekken kendi kültürünü oluşturan bu büyülü iksirin yaklaşık beş yüz yıllık tarihini dikkate alırsak onun hakkında pek çok eser verilmesi de yadırgatıcı gelmemeli hiçbirimize. Şükürler olsun ki dilimizde bu konuya dair hiç de küçümsenmeyecek bir literatür mevcut. Akademik makalelerin, tezlerin ve çeviri eserlerin yanında kahveye dair onlarca telif eser arasında benim ilk aklıma gelenler; dilimizin sıra dışı şairi Salâh Birsel’in Kahveler Kitabı, Beşir Ayvazoğlu’nun Kahveniz Nasıl Olsun? / Türk Kahvesinin Kültür Tarifi ile hemşerimiz Prof. Dr. Namık Açıkgöz’ün Kahvenâme’sidir.
Salâh Birsel, ismine aşina olanların hatırlayacağı üzere şairliğinin hemen yanı başında ve en az şairliği kadar denemeleri ve denemeci kimliğiyle öne çıkan ve zamanını aşan isimlerden birisi. Kahveler Kitabı, onun tamamen kendine özgü ve bence tüm tarihçilerin de okuması gereken Salâh Bey Tarihi üst başlığında topladığı dizinin ilk kitabı. Kahvenin kısacık tarihiyle başlayan kitap, yüzyıllar içerisinde açılan, kapanan, iz bırakan ve bazıları kitabın yazıldığı günlerde hâlâ açık olan İstanbul kahvehanelerinin semt semt, neredeyse mahalle mahalle, sokak sokak anlatıldığı bölümlerle devam ediyor. Sonrasında ise âşık/semai kahvehanelerinden meddahların resm-i geçidine, çalgılı kahvehanelere, yazarların şairlerin kahve ile ünsiyetlerine varana dek bir yolculuğa çıkarıyor okuru.
Elbette kahvenin yancıları sadece edebî gelenekler veyahut muhabbet değildir. Örneğin bir de hafazanallah, kimselere tavsiye etmesek de o müstesna mâînin yüzlerce yıllık yakın ahbabı tütün vardır ki Birsel, ona da bir ateş vermeden geçmiyor. Salâh Birsel’in Balıkhane Nazırı Ali Bey’den alıntıladığı şu diyalog, kitabın tütünle ilgili kısımları arasında alıntılanmaya değer:
“-Koska’da bir tütüncü Ali Bayraktar vardı. Sağ ise kulakları çınlasın, öldüyse Mevla rahmet eylesin. Bizim Tatarağası Hüseyin Ağa’nın dostuydu. Ramazanlık tütünlerimizi ona ısmarladık. Bir ramazan: ‘Eğer paraya biraz kıyabilirsen Makkizade için hazırladığım tütünden sana biraz vereyim. Ama bir okkası için üç kuruşunu alırım.’ dedi. Ben de, ne olursa olsun, dedim. Kâğıda sardı. Ne bileyim o zamanlar okkalar mı daha ziyade idi, neydi? Üç aylık çocuk kadar paketi kucağıma verdi. Sana yalan, bana gerçek, kahvede çubuğu doldurdum. Mis gibi. Kokusu etrafa yayıldı. Bütün ahbaplar birer nefes çekti. Herkes, ‘Oooo’ diye şaşırdı. Tanrı bol bol rahmet eylesin merhum Hacı Gazanfer Ağa: ‘Öyle amma, bir okka tütün için de üç kuruş verilmez. Böyle şeyler zenginlere göredir. Her neyse, ramazanda bir kez için zarar yok’ diye öğüt vermişti.”[3]
Günümüzde kahvehane veya sadece kahve de dediğimiz mekânlar, yakın geçmişe kadar ‘kıraathane’ olarak da adlandırılırdı. Hemen aklıma Alsancak Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ndeki bir öğrenci kahvehanesi olan Viran Gönüller Kıraathanesi geliyor. Kıraathane ismi, boşuna değildir elbette. Ne de olsa bu mekânlar, kahve ve daha sonraları çay içmenin yanında okunan yani kıraat edilen yerlerdi. Birsel’in: “Kimi kahvelerde de bu gibi konuşmalarla vakit öldürülmez, kitap okunur. Çokluk da müşterilerden biri okur, ötekiler dinler. Kahveci kitap okuyan müşteriden de kahve parası almaz. İkide bir kahveci çırağı da kahvenin şurasına burasına konulmuş yağ mumlarının fitilini özel makasıyla kesmek için peykeleri dolaşır. Okunan kitaplar daha çok Kan Kalesi, Hamzaname, Battal Gazi gibi şeylerdir. Kahveci onları Sahaflar’daki kitapçılardan kira ile alır.”[4] anlatımından, günümüze ulaşmayan bu kültürel motifin detaylarını görmek mümkün.
Yüzlerce yıldır hemen tüm toplumların olmazsa olmazlarından birisi olan kahvenin edebî eserlere yansımaması mümkün değildir elbette. Mehmet Akif’ten Behçet Necatigil’e, divandan halk şiirine, modern şiire dek farklı türde yazan pek çok şairin, yazarın eserlerinde yer bulmuştur kahve ve kahvehane. Onun üslubuyla söyleyecek olursak, Tanrı günahlarını bağışlasın, Salâh Birsel de, “İçilmez mi ki yemek üstüne de şöyle bir kahve / Az şekerli çok kaynamış veya sade / Konuşulsun fiskos edilsin / Sürülsün bir yandan da havagazına cezve / …” dizeleriyle kahve literatürüne bir parça daha eklemiştir. Kahveler Kitabı’nda pek çok şairin kahveyle ilgili yazdıklarına yer veren Birsel, aynı zamanda şair ve yazarların kahvehanelerle ve kahvehanelerde birbirleriyle olan irtibatlarını, ilişkilerini, sohbetlerini de tatlı tatlı anlatmaktadır. Kitabın Haşim Halk Kahvelerinde, Küllük ve İkbal Kahvesi başlıklı bölümleri buna örnek olarak gösterilebilir.
Neredeyse 16. yüzyıldan 20. yüzyılın ortalarına uzanan süreçte kahvehane ortamlarında dönen tatlı dedikoduları bir araya getiren gecikmiş bir vakanüvis gibidir Salâh Birsel. Vakanüvisliği dedikoduyla da sınırlı değildir. Kahvehanelerin ve çevrelerindeki günümüze ulaşan ya da ulaşamayan mimarî eserlerin betimlemeleri, anılan yapıların önemli özelliklerini de onun üslubuyla günümüze ulaştırmaktadır.
Hemen her tüketim maddesi gibi, hatta muhtemelen hepsinden çok daha fazla olmak üzere kahvenin kendine has âdetleri, ritüelleri yani başlangıçta da ifade ettiğim gibi belirli bir kültürü mevcut. Kahveler Kitabı, bunların en azından bir kısmını tanımak, geçmişten günümüze İstanbul kahvehaneleriyle ilgili fikir edinmek adına temel kaynaklardan birisi durumunda. Salâh Bey Tarihi’ne giriş niteliğindeki kitap, Salâh Birsel’le aşinalık edinmek için de önemli bir fırsat.
[1] Beşir Ayvazoğlu, Kahveniz Nasıl Olsun? Türk Kahvesinin Kültür Tarifi, İstanbul 2011, s. 5.
[2] Kahvenin İstanbul’a geliş tarihi konusunda başka rivayetler de vardır ama genellik andığımız tarih geçerli kabul edilmektedir.
[3] Salâh Birsel, Kahveler Kitabı, İstanbul 2001, s. 33.
[4] Salâh Birsel, a.g.e., s. 33.