Kula Evlerinin Ruhu
Sevgili dostlar!
Kula’ya bir hafta sonu vaktinizi ayırınız ve o muhteşem tarihe şahitlik ediniz. Kula evlerindeki felsefeyi anlamaya çalışınız. Bu evler basmakalıp binalar değildir. Onların bir ruhu ve anlamı vardır. Orada sanatı, bereketi, saygıyı ve ahlaki yaşantıyı görürsünüz.
Şimdi artık evlerin her tarafı cam haline geldi. Ne mahrem bir mekan kaldı, ne de sığınılacak bir yuva var ortada. Yeni binalar sınırları ve yüksekliği analiz edilmeden inşa edildiği için bir huzur vermiyor insana. Mimarlar içinde yaşayacak kişileri ve onların ihtiyaçlarını düşünerek değil, kendilerini ve reklamlarını hayal ederek bina yapmaya başladılar. Öyle olunca da ortaya çıkan yüksek binalarda, huzur ve sükunetin yerine gösteriş ve ihtişam düşüncesinin yansımaları kendini buldu.
Yeni şehir anlayışında komşu kelimesinin bir anlamı kalmadı. “Komşuda pişer, bize de düşer” deyimi anlamını yitirdi. Dünyanın en uzak yerlerine, hatta aya ayak basan insanoğlu karşı komşusunun evine ayak basmaz ve halini sormaz oldu. Kimsesiz insanların ölümünü günler sonra öğreniyor o semtte oturanlar. Herkesle haberleşme imkanına sahip günümüz insanı, alt kattaki aç ve ihtiyaç sahibinden habersiz yaşıyor.
Kula evlerinde avlu kapıda iki çeşit kapı tokmağı var. Büyük olan vurulduğunda erkek misafir geldiği, küçük olan vurulduğunda kadın misafir olduğu anlaşılıyor. Kapı açılınca bir iç avlu karşılıyor sizleri. Mahremiyeti ve saygıyı içeriyor bu mekan biçimi. Avlunun iki yanında sıralanmış odalar ve karşıda misafirler için hazırlanmış daha görkemli bir yapı hakim. Dede ile torun aynı avluda yaşıyor ve büyükler tecrübelerini burada gençlere aktarma imkanını buluyor.
Eski ustalar şimdiki mimarların aksine, ev yaparken komşu ile ilişkiye, dışarıdan görünüşe, evin çatısına, bacasına ve hatta yukarıdan görünüşüne dikkat etmişler. Hiç kimse bir diğerinin güneşine engel olmayacak şekilde inşa edilmiş evler. Duvarlar kalın ve yalıtımlı, komşudaki sesi de, ısıyı da geçirmeyecek şekilde örülmüş. Şimdi bir şehre havadan bakarsanız, bir sürü düzensiz ve göze hoş gelmeyen bir yapı ile karşılaşırsınız. Her köşesine büyük bir uygarlığın taşını koyması gereken mimaride kaos ve göz zevkini bozan bir yapı hakim. Osmanlı evine, Selçuklu evine baktığınızda bir kültürün eserini görmek ve hangi döneme ait olduğunu bir bakışta anlamak mümkün. Ama şimdiki yapılardan yola çıkarak bir dönemi tarif etmek ve bir eserden bahsetmek imkansız.
Her avluda neredeyse bir nar ağacı var Kula evlerinde. Hatta evlerin ahşap kısımlarında bile nar motiflerine rastlamak mümkün. Nar bereketin sembolü olarak kabul edildiği için yaygın olarak evlerde mevcut. Mekanlar satmak için değil yaşamak için yapıldığında her şey yerli yerince ve her bir bölümün ayrı bir anlamı var. Tavanlar, kapılar, ocaklar hep bir sanat eseri konumundalar. Tavan gökyüzünü, kilim de üstüne basılan cenneti temsil ediyor. Dolaplar, rahleler, kapaklar ve pencereler ayrı bir özen ve tezyin ürünü.
Ustalar çevreyi, bakan gözü, komşu hakkını düşünerek inşa etmişler mekanları. Ustalık kopya eserler üretmek değil, özgün ve bakıldığında “muhteşem!” denilecek şaheserler meydana getirmektir. Ustanın görevi dünyayı ve yaşamı güzelleştirmektir. Eserleri ile çevre sorunu üretmek değil, ruha ve gönle hoş gelen bir çevre meydana getirmektir gerçek ustalık.
Avrupa’da artık “Yavaş Şehirler” gündemde. Yüksek binalardan sıkılan, şehrin telaşından boğulan insanlar kendilerini köylere, çiftliklere ve küçük yapılara atıyorlar. Genç mimarlara ve sanatçılara geleceği korumak ve yeniden kurgulamak için büyük görevler düşüyor. Yeni bir bakış açısıyla mekanları ve şehirleri inşa etmek gerekiyor. Kentsel dönüşümden çok öte, bir mekan ve yaşam alanı planlaması gerekiyor. Ruhu olan evler, ruhu olan mahalle ve şehirler kurgulamak ve onu hayata geçirmek için ödün vermeden yola devam etmek zorunlu hale geldi.
Güzel bir dünya inşa etme görevi olan insan oğlu binaları, yapıları, doğayı, suları, dağları, ovaları yeniden gözden geçirmeli ve yaptığı çevre katliamına bir dur demelidir. Meydana getirilecek yapılar insani ölçülerde olmalıdır. Kurulacak mahalleler bakkalı, manavı, sanatçısı, yaşlısı, genci, engellisi, çocuğu yetişkini ile herkesin huzur içinde yaşayabileceği ve “komşu hakkına” riayet edecek türden, gelecek nesillere iyi bir miras olarak bırakılabilecek yapılar olmalıdır.
“Dünyada mekan, ahirette iman” diye tarif edilen mekanlar gönlü ve ruhu arındıran, sağlıklı ve bir sanat eseri olarak, dantel gibi işlenmiş, ruhu olan yapılar olmalıdır. Felsefesi ve ruhu olan eserler yapmak için tarihi tekrar okumamız ve geçmiş ile bugünü iyi analiz ederek yeni bir pencereden bakabilmemiz gerekiyor. Şehir mimarisini sosyal gereklere, ruhi yapımıza ve inanç sistemimize göre tekrar dizayn etmek zorundayız. Aksi takdirde evler huzur mekanı olmaktan çok uzak, sadece bir otel vazifesi görmeye mahkum kalacaktır.
Bir hafta sonunuzu Kula’ya ayırın. Bir de bu gözle o tarihi evleri yeniden gezin. Göreceksiniz atalarımız ne ince düşüncelerle mekanları, binaları ve beldeleri kurmuşlar.
Yeni ve yaşanabilir bir dünya inşa etmek için çalışan mimarlara ve ustalara selam olsun. Sağlık ve huzur dileğiyle…
Dr. Muzaffer Yurttaş
Yorumlar
Kalan Karakter: