Hayri Bökü'den söyleşiler - 2
Ateşle dans edenler, ekmeği ateşten çıkaranlar
Salih Özbaran
Hayri Bökü'nün güzel, o kadar da zahmetli bir iş sonunda yayımladığı Kaybolan Meslekler söyleşi kitabından bir önceki yazımda (18 Nisan 2021) söz etmiştim. Aşağıdaki satırlarda da albümünde sıraladığı mesleklerden/zanaatlardan iki iş kolundakilere yer vereceğim. Yıllar önce benim de tanıklıkta yer aldığım demircilerden ve fırıncılardan bahsedeceğim. Böylece biri ziraatın her alanında yardımcı olan, diğeri de Kasabalıların vazgeçilmez sayılan temel besin maddesi ekmeği üreten zanaat sahiplerinin eski günlerini hatırlatacağım. Ama önce sokağımızın zenginliğinden bahsedeceğim.
Sokağımızdaki zenginlik
Kasaba'mda, 1940 yılında doğduğum evin sokağındaki yapılar -başka sokaktakiler gibi- çoktandır yerle bir olmuş, yeni binalar dikilmiş yerlerine. Turan Mahallesi, Bıldırcın Sokağı'ndaki evimizden 1940'lı ve 50'li yıllarda çarşıya, İsmet Paşa (Namık Kemal) İlkokulu'na gitmek, sokak çeşmesinden su doldurmak veya sokakta oynamak için çıktığımda sayılan zanaat kolları kakımından ne denli zenginlik yaşamış olduğunu çok daha bilinçle anımsıyorum şimdi. Aşağıda söz ettiğim demirciler, evimizin ekmek teknesi babam Kunduracı Ömer Kalfa, karşı komşumuz Terzi İsmail Amca, ovadan döndüğünde eşeğindeki yükü indiren Feyzullah Amca, biraz ileride Berber Fahri Amca, biraz daha ilerimizde ovadan dönüp atını kuşamlarından arındırdıktan sonra dinlenmeye çekilen bir komşumuz ya da mandalarıyla meşgul olan bir başka komşumuz. Birkaç ev ötede ise Fırıncı Şahin Amca. Tüm bunlar Kasaba'nın çok zengin zanaat kollarının çok yakınımızdaki örnekleriydi. Kimileri ovanın bereketini taşıyordu evlerine, hayvanlarına bakıyorlardı, kimileri canlı tutuyordu insan vücudunu, besliyordu onları; kimileri giydiriyorlardı insanları, kimileri tıraş ediyordu müşterilerini.
Demirciler
Benim 1953-55 yıllarında Ortaokul'a gidip gelirken içinden geçtiğim "Demirciler Çarşısı"nda tanık olduklarım geliyor aklıma, öncelikle. Birkaç ustanın evimize çok yakın olan evlerine dönerlerken; yorgun ama giysilerine nakşedilen adeta zanaat madalyaları gibi taşıdıkları gömlekleriyle; bütün gün kor ateşin önünde çapa, kürek, tırpan ve tarım için ve başka kullanımlar için ürettikleri daha nice aletleri yapmış olmanın gururuyla dinlenmek için yuvalarına çekildikleri saatlerden de hatırlıyorum onları. Ulaşımın temelini oluşturan ve özellikle tarım işlerinde gerekli malzemeyi taşıyan dört tekerlikli arabaların yapımında baş rolü oynayan demirciliğin; marangozculuğun, boyacılığın ve süslemenin de katkısıyla ortaya koydukları rengârenk arabalar, pırıl pırıl halleriyle dikkatimi çekerdi hep; onlara hayranlıkla bakardım.
Mehmet Çimen: Bökü'den anladığıma göre benim gibi 1940 doğumlu Çimen. Babası "eti senin kemiği benim" diye bırakmış demirci ustasına; okur-yazarlığı yokmuş. Çalı süpürgeyi eline almış, temizlemeye başlamış ortalığı; 15 kuruş haftalıkla (ilkokulda bize dağıtılan derginin ederi 15 kuruştu o zamanlar). Yediği dayağın haddi hesabı yokmuş! (Andığımız mesleklerde ve ailede dayağın yerini de hatırlatmalıyım bu arada!). Sonra 6,5 kiloluk varyoz (balyoz) ile ustasının küçük çekicinin basit vuruşuyla işaret ettiği noktaya indirmiş balyozu, saatlerce; üçüncü bir kişiyle diğer bir balyozun da katıldığı vuruşlarla, şaşırmadan. Sonra da sınavı geçmiş. Ustalaşmış; memleketine yıllarca hizmet etmiş. "Keşke o günler şimdi de olsa" diyor Mehmet usta, özlemini bakın nasıl dile getiriyor:
"Keşke bizim yaşadıklarımızı anlatan kitaplar, sinemalar olsa!.. Keşke demirciler çarşısı o haliyle kalabilseydi, müze haline getirilebilseydi!.. Keşke o dükkanların içinde çalışan çırakların, kalfaların, ustaların çalışma anını gösteren mumdan heykelleri yapılabilseydi!.."(s. 51).
Fırıncılar
Atatürk Bulvarı'na ulaştığımda gördüğüm, seyrettiğim ve çoktan yerlerinden edilmiş birkaç zanaat ve iş yerini anımsatarak Bökü'nün kitabını değerlendirmeye devam edeyim.
Atatürk Bulvarı'na ulaşırken İbramcı Parkı'nın ve onu işleten Recep Amca'nın kahvehanesinin bitişiğindeki "Şahin'in Fırını" ile sürdüreyim tanıklıklarımı. Fırıncı Şahin sert mizaçlı bir kişiydi ve biz çocuklar çekinirdik kendisinden. Fırının satış için ekmek çıkardığı kadar mahallenin getirdiği börek, kurabiye, yemek, ev ekmeği tepsilerini, kimi z aman kiremitteki balığı vb malzemeyi de fırınına atardı. Pişirilecek yiyecekleri zamanında getirilememesi, ya da pişirildikten sonra fazla bekletilmesi durumunda Şahin Usta kızgınlığını belli eder, gerekeni söylemekte tereddüt etmezdi. Kız kardeşim Cahide anımsattı bana; pişirilmesi için gelen tepsileri "ne zaman almaya gelelim" sorusunu hiç sevmezdi; "yumurta mı bu, hemen pişsin" cevabını yapıştırırdı. Belleğimizdeki Fırıncı Şahin, sert mizaçlıydı amma sokağımızın minnetle anımsadığı bir zanaatçıydı, yükü ağırdı, mahalleliyi doyurmakla görevliydi adeta.
Fırıncılıkta kazandığım deneyimi de buraya iliştirerek tarihin "yaşanmışlığı"na katayım kendimi: 14-15 yaşlarındaydım (1954-1955!); ailemin geçimine katkı ve okul masraflarım için, çarşının merkezi sayılabilecek bir yerde bulunan Benzinci Ali'nin Fırını'nda, satış penceresinde çalışmıştım. Çıkan ekmeklerin raflara dizilmesi de işimin bir parçasıydı. Sabahın erken saatlerinde yaptığım işi düşündükçe, fırının önündeki ustanın küreğini ateşin kızıla çevirdiği fırının derinliklerinde gezindirdiği gelir gözümün önüne. Hamur halindeki ekmekleri küreğine sıralayıp atması, arada sırada pişkinliklerini denetlemesi ve pişenleri çıkarması -daha sonraki yıllarda ne denli övünülesi bir hizmet yaptıklarını anımsatır bana. Fırının üst katında kapalı bir mekânda "hamurkâr"ların hazırladığı hamurun tahtadan yapılmış "miniyetler"in gözlerine yerleştirdikten sonra aşağıya pişmeye gönderdikleri/sarkıttıkları anlar ise mesleğin görünmeyen ustalarını getirir gözlerimin önüne; halk onları sokağa çıktıklarında beyaz önlükleriyle hatırlar ancak.
Hasan Özkarakaş: 1932 Turgutlu doğumlu Hasan Usta'nın Hayri Bökü'ye fırıncılıkla ilgili anlattıkları, zanaat sahibinin sesi. Benim yukarıda anlattıklarım onun naklettiklerine sadece ek bilgi sayılabilir. Özkarakaş, sanki Kasaba'nın kültür zenginliğini yansıtmış söyleşisinde. Babası Balkanlar'dan (İştip'ten) göç etmiş, annesi Turgutlu'nun yerlisi. Lütfü Kırdar İlkokulu'nda okumuş; ancak okulun adının -çeşitli bahanelerle- 14 Mayıs, sonra İnkılap, daha sonra Samiye Nuri Sevil olarak değiştirilmiş! (Önemli yer, kurum ve adların intikam hırsıyla yok sayılması bahışlanacak bir şey değil!). Sanat Okulu'nun ilk öğrencilerinden olmuş 1946 yılında. Öğrenimini geliştirmek istemiş, Turgutlu'da o sıralar henüz faaliyete geçmemiş olan lise düzeyinde okumak için Manisa'ya gidip gelmiş, bir yıl okumuş; ama geçirdiği bir trafik kazası okul hayatını bitirmiş. Bökü'nün Özkarakaş'tan yansıttıklarını merak edenler eminim kitap sahibi olacaktır. Ben, birkaç satırla bitireyim bu faslı:
"1946'da Sanat Okulu'nda görev yapan Türkçe hocam Aydın Arıkök'ü hiç unutamam. Nur içinde yatsın. Bir gün derste okumanın öneminden konuşuyordu. Ne bulursanız okuyun hatta yerdeki gazeteyi bile okuyun dediğinde arkadaşım Remzi Güven yerdeki gazete eski değil midir hocam dedi. Hocam Remzi'nin gözlerinin içine bakarak: Okunmamış olan her şey yenidir dedi" (s.53).
Ateşle dans edenler, ekmeği ateşten çıkaranlar
Salih Özbaran
Hayri Bökü'nün güzel, o kadar da zahmetli bir iş sonunda yayımladığı Kaybolan Meslekler söyleşi kitabından bir önceki yazımda (18 Nisan 2021) söz etmiştim. Aşağıdaki satırlarda da albümünde sıraladığı mesleklerden/zanaatlardan iki iş kolundakilere yer vereceğim. Yıllar önce benim de tanıklıkta yer aldığım demircilerden ve fırıncılardan bahsedeceğim. Böylece biri ziraatın her alanında yardımcı olan, diğeri de Kasabalıların vazgeçilmez sayılan temel besin maddesi ekmeği üreten zanaat sahiplerinin eski günlerini hatırlatacağım. Ama önce sokağımızın zenginliğinden bahsedeceğim.
Sokağımızdaki zenginlik
Kasaba'mda, 1940 yılında doğduğum evin sokağındaki yapılar -başka sokaktakiler gibi- çoktandır yerle bir olmuş, yeni binalar dikilmiş yerlerine. Turan Mahallesi, Bıldırcın Sokağı'ndaki evimizden 1940'lı ve 50'li yıllarda çarşıya, İsmet Paşa (Namık Kemal) İlkokulu'na gitmek, sokak çeşmesinden su doldurmak veya sokakta oynamak için çıktığımda sayılan zanaat kolları kakımından ne denli zenginlik yaşamış olduğunu çok daha bilinçle anımsıyorum şimdi. Aşağıda söz ettiğim demirciler, evimizin ekmek teknesi babam Kunduracı Ömer Kalfa, karşı komşumuz Terzi İsmail Amca, ovadan döndüğünde eşeğindeki yükü indiren Feyzullah Amca, biraz ileride Berber Fahri Amca, biraz daha ilerimizde ovadan dönüp atını kuşamlarından arındırdıktan sonra dinlenmeye çekilen bir komşumuz ya da mandalarıyla meşgul olan bir başka komşumuz. Birkaç ev ötede ise Fırıncı Şahin Amca. Tüm bunlar Kasaba'nın çok zengin zanaat kollarının çok yakınımızdaki örnekleriydi. Kimileri ovanın bereketini taşıyordu evlerine, hayvanlarına bakıyorlardı, kimileri canlı tutuyordu insan vücudunu, besliyordu onları; kimileri giydiriyorlardı insanları, kimileri tıraş ediyordu müşterilerini.
Demirciler
Benim 1953-55 yıllarında Ortaokul'a gidip gelirken içinden geçtiğim "Demirciler Çarşısı"nda tanık olduklarım geliyor aklıma, öncelikle. Birkaç ustanın evimize çok yakın olan evlerine dönerlerken; yorgun ama giysilerine nakşedilen adeta zanaat madalyaları gibi taşıdıkları gömlekleriyle; bütün gün kor ateşin önünde çapa, kürek, tırpan ve tarım için ve başka kullanımlar için ürettikleri daha nice aletleri yapmış olmanın gururuyla dinlenmek için yuvalarına çekildikleri saatlerden de hatırlıyorum onları. Ulaşımın temelini oluşturan ve özellikle tarım işlerinde gerekli malzemeyi taşıyan dört tekerlikli arabaların yapımında baş rolü oynayan demirciliğin; marangozculuğun, boyacılığın ve süslemenin de katkısıyla ortaya koydukları rengârenk arabalar, pırıl pırıl halleriyle dikkatimi çekerdi hep; onlara hayranlıkla bakardım.
Mehmet Çimen: Bökü'den anladığıma göre benim gibi 1940 doğumlu Çimen. Babası "eti senin kemiği benim" diye bırakmış demirci ustasına; okur-yazarlığı yokmuş. Çalı süpürgeyi eline almış, temizlemeye başlamış ortalığı; 15 kuruş haftalıkla (ilkokulda bize dağıtılan derginin ederi 15 kuruştu o zamanlar). Yediği dayağın haddi hesabı yokmuş! (Andığımız mesleklerde ve ailede dayağın yerini de hatırlatmalıyım bu arada!). Sonra 6,5 kiloluk varyoz (balyoz) ile ustasının küçük çekicinin basit vuruşuyla işaret ettiği noktaya indirmiş balyozu, saatlerce; üçüncü bir kişiyle diğer bir balyozun da katıldığı vuruşlarla, şaşırmadan. Sonra da sınavı geçmiş. Ustalaşmış; memleketine yıllarca hizmet etmiş. "Keşke o günler şimdi de olsa" diyor Mehmet usta, özlemini bakın nasıl dile getiriyor:
"Keşke bizim yaşadıklarımızı anlatan kitaplar, sinemalar olsa!.. Keşke demirciler çarşısı o haliyle kalabilseydi, müze haline getirilebilseydi!.. Keşke o dükkanların içinde çalışan çırakların, kalfaların, ustaların çalışma anını gösteren mumdan heykelleri yapılabilseydi!.."(s. 51).
Fırıncılar
Atatürk Bulvarı'na ulaştığımda gördüğüm, seyrettiğim ve çoktan yerlerinden edilmiş birkaç zanaat ve iş yerini anımsatarak Bökü'nün kitabını değerlendirmeye devam edeyim.
Atatürk Bulvarı'na ulaşırken İbramcı Parkı'nın ve onu işleten Recep Amca'nın kahvehanesinin bitişiğindeki "Şahin'in Fırını" ile sürdüreyim tanıklıklarımı. Fırıncı Şahin sert mizaçlı bir kişiydi ve biz çocuklar çekinirdik kendisinden. Fırının satış için ekmek çıkardığı kadar mahallenin getirdiği börek, kurabiye, yemek, ev ekmeği tepsilerini, kimi z aman kiremitteki balığı vb malzemeyi de fırınına atardı. Pişirilecek yiyecekleri zamanında getirilememesi, ya da pişirildikten sonra fazla bekletilmesi durumunda Şahin Usta kızgınlığını belli eder, gerekeni söylemekte tereddüt etmezdi. Kız kardeşim Cahide anımsattı bana; pişirilmesi için gelen tepsileri "ne zaman almaya gelelim" sorusunu hiç sevmezdi; "yumurta mı bu, hemen pişsin" cevabını yapıştırırdı. Belleğimizdeki Fırıncı Şahin, sert mizaçlıydı amma sokağımızın minnetle anımsadığı bir zanaatçıydı, yükü ağırdı, mahalleliyi doyurmakla görevliydi adeta.
Fırıncılıkta kazandığım deneyimi de buraya iliştirerek tarihin "yaşanmışlığı"na katayım kendimi: 14-15 yaşlarındaydım (1954-1955!); ailemin geçimine katkı ve okul masraflarım için, çarşının merkezi sayılabilecek bir yerde bulunan Benzinci Ali'nin Fırını'nda, satış penceresinde çalışmıştım. Çıkan ekmeklerin raflara dizilmesi de işimin bir parçasıydı. Sabahın erken saatlerinde yaptığım işi düşündükçe, fırının önündeki ustanın küreğini ateşin kızıla çevirdiği fırının derinliklerinde gezindirdiği gelir gözümün önüne. Hamur halindeki ekmekleri küreğine sıralayıp atması, arada sırada pişkinliklerini denetlemesi ve pişenleri çıkarması -daha sonraki yıllarda ne denli övünülesi bir hizmet yaptıklarını anımsatır bana. Fırının üst katında kapalı bir mekânda "hamurkâr"ların hazırladığı hamurun tahtadan yapılmış "miniyetler"in gözlerine yerleştirdikten sonra aşağıya pişmeye gönderdikleri/sarkıttıkları anlar ise mesleğin görünmeyen ustalarını getirir gözlerimin önüne; halk onları sokağa çıktıklarında beyaz önlükleriyle hatırlar ancak.
Hasan Özkarakaş: 1932 Turgutlu doğumlu Hasan Usta'nın Hayri Bökü'ye fırıncılıkla ilgili anlattıkları, zanaat sahibinin sesi. Benim yukarıda anlattıklarım onun naklettiklerine sadece ek bilgi sayılabilir. Özkarakaş, sanki Kasaba'nın kültür zenginliğini yansıtmış söyleşisinde. Babası Balkanlar'dan (İştip'ten) göç etmiş, annesi Turgutlu'nun yerlisi. Lütfü Kırdar İlkokulu'nda okumuş; ancak okulun adının -çeşitli bahanelerle- 14 Mayıs, sonra İnkılap, daha sonra Samiye Nuri Sevil olarak değiştirilmiş! (Önemli yer, kurum ve adların intikam hırsıyla yok sayılması bahışlanacak bir şey değil!). Sanat Okulu'nun ilk öğrencilerinden olmuş 1946 yılında. Öğrenimini geliştirmek istemiş, Turgutlu'da o sıralar henüz faaliyete geçmemiş olan lise düzeyinde okumak için Manisa'ya gidip gelmiş, bir yıl okumuş; ama geçirdiği bir trafik kazası okul hayatını bitirmiş. Bökü'nün Özkarakaş'tan yansıttıklarını merak edenler eminim kitap sahibi olacaktır. Ben, birkaç satırla bitireyim bu faslı:
"1946'da Sanat Okulu'nda görev yapan Türkçe hocam Aydın Arıkök'ü hiç unutamam. Nur içinde yatsın. Bir gün derste okumanın öneminden konuşuyordu. Ne bulursanız okuyun hatta yerdeki gazeteyi bile okuyun dediğinde arkadaşım Remzi Güven yerdeki gazete eski değil midir hocam dedi. Hocam Remzi'nin gözlerinin içine bakarak: Okunmamış olan her şey yenidir dedi" (s.53).